Siyasetçilerin Türkçesi
Türkçe üzerinde ne zamandır yazmıyorum. Galiba sırası geldi. Bazı siyasetçiler, hem de pek namlı bazı siyasetçiler öyle Türkçe hataları yapıyorlar ki daha fazla seyirci kalamadım.
"Râbia"dan başlayalım. Bugünkü Türkçede böyle bir kelime yok ama pek namlı siyasetçilerimiz nedense bu kelimeyi pek sevdiler. Nedense dediğime bakmayın; nedenini ben de biliyorum onlar da. Dört parmaklarını gösteriyorlar ve râbia diyorlar. İhvancılar Râbia meydanındaki gösterilerle Mursî'yi başa getirdiler ya bizimkiler de bunu İslamcı siyasetin bir zaferi kabul ettiler ve benimsediler. Tamam, Arap'ın yüzüne, Şam'ın şekerine hayranlar; ne hâlleri varsa görsünler diyecektim ki bir de ne göreyim. Bu defa râbia işaretini "vatan, millet, bayrak, devlet" için kullanmaya başladılar. İşte bu olmadı efendiler! Bakın siz öğrenim gördüğünüz mekteplerde Arapça filan da okudunuz. Râbia kelimesinin Arapçada "dördüncü" anlamına geldiğini bilmiyor musunuz? Ne demek istiyorsunuz? "Vatan, millet, bayrak, devlet"in dördü birden değil de sadece dördüncüsü mü? Sizin sıralamanızda artık hangisi dördüncü ise. Böyle şey olur mu? Kullandığınız kelimelerin anlamına, ne demek olduğuna lütfen dikkat ediniz. "Lütfen" kelimesini kullanırken epeyi tereddüt ettim. Argo kullanmayı seven siyasetçilere bunun tesiri olur mu diye. Ne dersiniz, belki de olur.
***
Kelimelerin anlamına dikkat edilmesi gerektiği gibi telaffuzuna da dikkat edilmelidir. Türkçede zul diye bir kelime yoktur. Doğrusu ü ile "zül"dür. Aynı kökten iki mastar daha vardır: zillet, mezellet. Kelimeyi zul diye telaffuz eden siyasetçiler zillet yerine de zıllet demeye başladılar. Şu kadar yıl Arapça okudular ama her hâlde bu kelimelerin zı harfiyle yazıldığını sanıyorlar. Efendiler zül de zillet de zel ile yazılır ve zel harfi, kendisinden sonra elif veya vav gelmiyorsa Türkçede hemen daima ince okunur. Üstelik zillet Arapçada da i ile okunur, çünkü Arapçada ı yoktur. Bu kelimeler üzerinde neden çok duruyorum? Çünkü bugünlerde bu kavrama çok ihtiyacımız var. Zül, zillet, mezellet... Zillet içinde olan insanlara da zelil denir biliyorsunuz. Atsız'ın bir mısraı aklıma geliyor: Dünya denen mezellete dalsın her isteyen. Ben de isteyen zelil olmakta serbesttir diyorum.
Arapça tahsili bazı siyasetçilerimizin işine de yarıyor doğrusu. Arap alfabesinde bir hı harfi var ya, hani hırıltılı telaffuz ediliyor. İhtilaf, halife gibi kelimelerin işte bu hı harfi ile yazıldığını bilmelerinden olsa gerek bunları da hırıltılı h ile telaffuz ediyorlar.
Efendiler, Arapçada birbirinden ayrı telaffuz edilen üç adet h vardır ama Türkçede sadece bir h bulunur. Arapçadan dilimize giren kelimelerde nefesli he (hâ) de olsa, hırıltılı he (hı) de olsa bunlar Türkçede bildiğimiz h ile söylenir. Tabii İstanbul Türkçesinden bahsediyorum.
Şimdi bazı çok bilmişler, İstanbul Türkçesi mi kaldı, diyecekler. Kaldı efendim, evet kaldı. Bazı spikerlerimiz ve birçok aydınımız hâlâ çok güzel İstanbul Türkçesiyle konuşuyor. Güzel Türkçeye biraz daha meraklı olanlar 1950'lerin, 1960'ların Türk filmlerini izlesinler. Elbette şu anda İstanbul'da yaşayan büyük çoğunluğun dilini kastetmiyorum. Ölçünlü (standart) Türk dili, İstanbul Türkçesine dayanır. Şu anda İstanbul'da yaşayanların diline değil, 20. yüzyılın başlarında İstanbul'da yaşayanların diline. Öğretimin amaçlarından biri de bütün okumuşlara bu dili kazandırmaktır.
***
Yirminci yüzyılın başlarında da bazı din hocaları Türkçe konuşurken kelimeleri Araplar gibi telaffuz ederlerdi. Merhamet derken h'yi nefesli söylerler, ihtilaf derken h'ye hırıltı katarlar, malum derken ayın çatlatırlardı. Dârülmuallimin'de (Erkek Öğretmen Okulu'nda) okuyan bir genç, sohbet ettiği adama "Her hâlde siz hocasınız." demiş. Adamcağız da "ayın"ı Araplar gibi çatlatarak, u'yu da dört elif miktarı uzatarak "Nereden ma'luuuum?" demiş. Genç cevap vermiş: "Ma'luuuumdan malum."
Kıssadan hisse: 20. yüzyılın başlarındaki Türk okumuşları, kelimelerin Araplar gibi telaffuzunu hoş karşılamazlardı. Bugün de dil üzerinde titiz olanlar hoş karşılamamalıdırlar.