Şeyhul-Meşâyih
Zaman zaman içinde, saman saman içinde, pireden berberler hamam içinde, arılar vızıldarken kovan içinde, anam sallanırken beşikte, ben giderken kervan içinde, ötelerin ötesinde, Benû Silistan ülkesinde bir şeyh yaşarmış. Sesi mahzun, yüzü mahzun, gözleri mahzun mu mahzun imiş. Hüznünün sebebi, kalbinin rikkati imiş. Öyle rakik, öyle kırılganmış ki kalbi gelene ağlar, gidene ağlarmış. Çünkü gelenin içinde ne felaketler, gidenin içinde ne fecaatler var olduğunu bilirmiş. Kimsenin görmediği acıları, ızdırapları görürmüş de gözlerinden yaşlar boşanırmış.
Günlerden bir gün minderinde oturmuş, gözlerini yummuş, tesbihatta bulunuyormuş. “Ah canlılar, vah canlılar” diye gözyaşlarını içine akıtıyormuş. Derken bir arı vızıltısı duymuş. Gözlerini açmış, bakmış ki bir arıcık kırık kanadıyla uçmaya çalışıyor. Uçmaya çalışıyor ama bir türlü uçamıyor. Sanki felç olmuş. “Ah canlılar, vah arıcık” demiş; “aç mı kaldın yavrucuk” demiş. Bir kaşık bal koymuş önüne, olmamış. Su içirmek istemiş, olmamış. Ne yapsa arıcık kendine gelememiş. Hüzünlü ve mübarek parmaklarıyla tutmuş arıcığı, bahçeye bırakmış. Sonra da oturup arının bu zavallı hâline saatlerce ağlamış.
Gözlerinin pınarı kuruyunca şöyle düşünmüş: Eski şeyhler kerametlerini hiç kimseye söylemezmiş, bu doğru. Kerametini anlatan şeyhe “kerameti kendinden menkul” derlermiş, bu da doğru. Ama benimki keramet değil ki... Benimki ilahi bir hâl; Allah’ın verdiği bir hâl. Her şeyi Allah’tan bilmemiz lazım. Ferdî iradelerimizle bir iş yapamayız ki. Böyle düşünmüş ve bu hâlini müritlerine anlatmaya karar vermiş. Mübarek ikindi vaktinde toplamış müritlerini, bir arıyı anlatmış, bir gözyaşlarını. Anlattıkça yine gözyaşları sel olup akmaya başlamış. O ağlamış, müritler ağlamış. Şeyhul-meşâyih, ih ih ih! deyip ağlamışlar ağlamışlar.
Derken gözü açık bir mürit asıl kerametin, şeyhlerinin gözyaşında olduğunu fark etmiş. Gözyaşları şeyhin yanaklarından süzülüp kalbinin üzerinden geçtikçe inci tanelerine dönüşüyormuş. Her biri bir dürr-i yetim, her biri bir dürr-i şehvar oluyormuş. Bu incilerle bütün canlıları kurtarmak mümkün diye düşünmüş. Vaktiyle okuduğu Budist rahibin hikâyesi gelmiş aklına. Budist rahip bir şehzade imiş aslında. Bir gün şehirden çıkıp da çiftçilerin toprağı sürdüğünü, topraktaki solucanlar ortaya çıktıkça kargaların kuzgunların onları yediğini görmüş de canlıları nasıl kurtarırım diye düşüncelere dalmış. Sonra da çintamani mücevherinin peşine düşmüş. Mürit, bizim çintamani mücevherinin peşine düşüp bin bir türlü macera yaşamamıza da gerek yok, demiş. Şeyhimizin gözyaşlarının her bir tanesi bir servet!...
Önce müridâna, sonra şeyhine açmış fikrini. İncileri bozduralım, medreseler kuralım, bütün canlıları kurtaralım, demişler. İlk kurdukları medreseye Samanlık adını vermişler. Çünkü ot yiyen bütün canlılar karınlarını burada doyuruyormuş. İkinci medreseye Yahşılar adını koymuşlar. Çünkü bu medreseye yaman giren yahşı çıkarmış. Üçüncü medresenin adı Bel Kuşağı olmuş. Bunun iki sebebi varmış. Birincisi şuymuş. Ne kadar bel fıtığı olan varsa bu medreseden diplomayla birlikte aldığı bir kuşağı beline bağlar, dertten kurtulurmuş. İkinci sebep sırmış ama o da kulaktan kulağa yayılmış.
Bir gün şeyh, medreselerle nice canlıyı kurtardık, ama şu penguenleri donmaktan kurtaramadık, demiş; onlar için de evler açsak olmaz mı? Müritlerin her biri usta bir kayakçı olup kutuplar ülkesine koşmuş. Zavallı penguenler tek tek tutulmuş. Binlerce penguen evi açılmış. Pencerelerinden etrafa nurlar saçılmış.
Penguenlerin günleri dualarla ve tesbihatla geçiyormuş.
Başlangıçta her şey çok güzel gitmiş. Medreselerde, penguen evlerinde yaşamayanlar bile çok memnun kalmış. Fakat bir gün... Tabii ortamlarından alınan penguenlerin başlarında tüy, gözlerinde fer kalmadığı görülmüş. Medreselerde okuyanlar ise sararıp solmuş, akıllarını kullanamaz olmuş. Kimisi kanadı kırık bir sineği, kimisi de ayağı kırık bir böceği canlandırmaya çalışıyormuş. Ve gözlerinden... tesbih tesbih yaşlar dökülüyormuş.