Bu ültimatom karşısında TBMM 18 Temmuz’da Misak-ı Millî sınırları içindeki vatan ve milleti kurtarmak için ant içti. 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayında Padişah Vahdettin’in başkanlığında toplanan Meclis-i âli, Bakanlar Kurulu’nun 20 Temmuz 1920 tarihli tutanağını okudu. Tutanakta şunlar yazılıydı: “Osmanlı Saltanatı ve Hükümeti bugün iki olasılık karşısında bulunuyor: Ya antlaşmayı reddetmek, ki bu halde Osmanlı Saltanatına ve Hükümetine son verilir. Varlığı 700 yıla yaklaşan eski ve yüce Osmanlı Saltanatı sonsuz parlak geçmişiyle çökerek, yüreğimizin birlikte çarptığı tüm İslâm dünyasının yüce çıkarları, Osmanoğullarının Saltanat ve Hilâfeti felâketli yıkıntılar altında yok olup gidecektir. Savaş geri gelecektir. Ya da kabul edilirse İstanbul Osmanlı Saltanatı ve İslâm Hilafeti başkenti olarak kalmak üzere küçük bir Devlet varlığını koruyabilecektir. Düş kurmalarla ve olmayacak şeyleri kafamızdan geçirmekle uğraşılacak zamanlar geçmiş ve tüm ağırlığıyla önümüzde duran yıkımın ciddiyetiyle orantılı önlemler alınması zamanı gelmiştir. Hiç olmazsa Istranca-Çatalca çizgisinin önceki sınırımız olan Midye-Enez’e kadar çıkartılması, İzmir’in Hamburg kenti türünden özgür bir kent konumu ve kendine özgü yönetiminin kabul edilmesi, kabul edilmezse İzmir-Trakya’nın uluslararası yönetime geçmesi gibi küçük değişikliklerin bir kez daha Yüce Barış Meclisi’nin insaf ve hak gözetirlik duygularına sunulması uygun görülmüştür”.
Görülüyor ki bir ulusun geleceği, topraklarını işgal eden devletlerin insaf ve hak gözetirlik duygularına bırakılmıştır. Mustafa Kemal der ki, “İnsaf ve acıma dilenmekle ulus işleri, devlet işleri görülemez. Ulusun ve devletin şeref ve bağımsızlığı sağlanamaz. İnsaf ve acıma dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk ulusu, Türkiye’nin gelecekteki çocukları bunu bir an bile unutmamalıdırlar” ve Mustafa Kemal de iki olasılıktan söz eder, onun öngördüğü olasılıklar İstanbul Hükümetinden farklıdır: “Ya istiklâl ya ölüm”.
23 Temmuz 1920’de Mustafa Kemal, “Bağımsızlık davamızda ölünceye kadar sebat ve ısrar edeceğiz” demiştir.
İstanbul’da ise, Osmanlı Meclis üyeleri söz alarak antlaşmanın kabulü gerektiğini söylerken, Abdurrahman Şeref Efendi, “Anadolu’daki hareketlerin bastırılması için elbirliğiyle çalışmak gerekeceği, buna girişilmezse Yunan askerinin Anadolu’ya girerek ulusal saygınlığımızı tümüyle sarsacağını” belirtti.
İtilâf Devletleri de “30 Temmuz’da Kemalistlerin hareketlerinde ısrarları halinde müttefiklerin ve özellikle Yunan ordusunun yürüyüşe geçeceğini, İstanbul’un elden çıkacağını ve nihayet devletin ortadan kalkmasının kaçınılmaz olacağını anlatmak için ehil ve yetenekli bir heyetin teşkilini” Osmanlı Hükümetine tavsiye ettiler.
Osmanlı delegeleri bir Fransız gemisiyle Fransa’ya gönderildi. Paris’te antlaşmanın hükümlerinin yumuşatılması için yapılan son rica reddedildi. 433. md. ve eklerden oluşan Sevr, 10 Ağustos 1920’de imzalandı. Bu anlaşmayı İtilâf Devletlerinin yanısıra, Yunanistan, Japonya, Ermenistan, Belçika, Hicaz, Polonya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti ve Çekoslovakya da imza ettiler. Miras ortadaydı artık, bölüşülebilinirdi. (Devam edecek)