Ancak İngiltere’nin Hasta Adam’ın mirasından vazgeçemeyeceği parçalar vardır: Irak petrolleri. Bu yüzden bölgedeki Kürtlerin İngiltere bakımından önemi çok büyüktür. Akdeniz’deki İngiliz Donanma Komutanı Amiral Sir F de Robeck, Lord Curzon’a 9 Aralık’ta yolladığı yazıda: “İngiliz kuvvetleri, Kürtleri Mustafa Kemal’e karşı kullanmak için her parayı ödemeye hazırdır” diyordu. Bu cümleler Sevr’de yer alan özerk bir Kürdistan’ı da açıklamaktadır.
12 Şubat 1920’de Londra Konferansı (10 Mart 1920) toplandı. Artık Mustafa Kemal’in gücü anlaşılmıştı. Fransızlar İstanbul’un Türklere bırakılmasını savununca, L. George, “bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa’dan atabilmek için büyük bir fırsatı şu anda gerçekten de kaçırıyor olabiliriz” dedi. Lord Curzon ise, “Türklerin kendilerine verilen ilacı yutmalarını tavsiye etmesini” Amiral Webb’e bildiriyordu. San Remo Konferansında ise (18-26 Nisan 1920) Paris ve Londra Konferanslarının belirlediği ilkelere dayanan bir taslak hazırlandı: “İngiltere, Irak ve Filistin’de, Fransa Suriye’de mandater devlet oluyorlardı. Güney ve Güneydoğu Anadolu’da İç Anadolu’ya kadar uzanan İtalyan ve Fransız nüfuz bölgeleri oluşacaktı. İngiltere’nin koruyuculuğu altında bir Kürdistan Devleti kurulacak, Doğu Anadolu Ermenilere verilecek, Yunanistan İzmir, Batı Trakya ve Doğu Trakya’nın büyük bölümünü alacak, Boğazlar uluslararası bir komisyona bırakılacaktı”.
Bu tasarı 11 Mayıs 1920’de Paris’te Osmanlı heyetine verildi. Bir ay içinde cevap beklendiği belirtildi. Churchill, şunları yazmıştır:
“Türk, kötü yönetim yüzünden, bitmez tükenmez felaketler ve harplerle çökmüş, çevresinde imparatorluğu paramparça olmuştu. Fakat o hâlâ canlı idi. Göğsünde, dünyaya meydan okumuş ve yüzyıllar boyunca bütün istilacılara karşı başarı ile mücadele etmiş bir ırkın kalbi çarpıyordu. Dünyaya düzen verecek adamlar Paris’in duvarları kumaş kaplı, yaldızlı salonlarında toplanmışlardı. İstanbul’da müttefik filolarının topları altında çalışan bir kukla hükümet bulunuyordu. Lâkin Türk’ün anayurdu Anadolu’nun sarp tepeleri üzerinde bir avuç insan kaderlerinin bu şekilde tayin edilmesini kabul etmiyorlardı”.
Osmanlı Hükümeti bu tasarıya 25 Haziran 1920’de cevabını sundu. Bu cevabî yazıda, Osmanlı Hükümeti, sürekli olarak “Paris Barış Konferansı’nın adalet ve hak duygu düşüncesi ile hareket edeceğinden emin olduğunu” vurgulamış; “Konferans Başkanı’nın yüce bir hak gözetirlik duygusuyla Osmanlı Devletinin salt yabancı baskılarla savaşa girdiğini kabul ettiğini, bu durumun barış koşullarını etkileyerek, Osmanlı Devletine diğer devletlere önerildiği kadar ağır koşullar dayatılamayacağı umudunda olduklarını, Osmanlı Devletinin savaşı ve acılarını yabancı topraklara götürmediği ve Osmanlı orduları yakıp-yıkma suçları işlemediği için Versailles’de büyük katkısı olan bu unsurların Osmanlı Devletinin barış antlaşması koşullarını etkilemeyeceğini düşündüklerini, ancak böylesine haklı olan bu umudun boşa çıktığını, kendilerine diğer yenik devletlerden çok daha ağır koşullar yüklendiğini” belirterek, “Osmanlı Devletinin hiç olmazsa eski müttefikleriyle eşit ölçüde işlem görmesi gerektiğini, bu tasarının kapsadığı göze çarpıcı eşitsizliği yalnız 12 milyonluk Türk değil, tüm İslam dünyasının yüreği sızlayarak duyacağını” da vurgulamıştır..
(Devam edecek)