Sen varsan bir eksiğiz
İleridekiler yardıma gelmeyince defanstan bir türlü uzaklaştırılamayan toptur hayat... Tenis topu gibi, belâ vurdukça geri gelir... Ama yere batasıca gururun, yere yapışan sırtının sararmış fotoğrafını değil, ‘şerefli mağlûbiyet’ tabelasını kaldırır her defasında...
Wilkins ne güzel yakalamış: “İkiyüzlülük sadece sahibi tarafından görülmez...” Belki de Schiller bu hakikati çok daha önce yakaladığı için “Asıl yalnızken yalnız değilim” demiş... Riyakâr kalabalıklardan, mânâsız olduğu ancak yıllar sonra anlaşılabilen sentetik dostluklardan kaçıp kendine sığınma...
‘Ölüm’ kainattaki bütün canlılar arasında adaletle paylaştırılan tek hakikat... Bütün kullanılmışlıkları, aldatılmışlıkları, satılmışlıkları, kiri, pası bu âlemde bırakmaya yarayacak dezenfektan kireci... Dünya denen ‘gölgelik’ten gerçek hayata atılan adım... Hani diyor ya Şair: “Gitmek gerekir bazen. Fazla yormadan, daha çok bıktırmadan, eğer vaktiyse ardına bile dönüp bakmadan...”
Bir ceylan ürkekliğinde titizlenmeleri gereken hayata, kimi dost zannettiklerinizin sırtlan dişi geçirmeye çalışmaları ne acı... Hem sonsuzluğa iman edip, hem de sonsuz bir hırsla, dünyevî şehvetle o sonsuzluğu berbat etmek ne büyük felaket...
Oysa siz ne çok sevmiştiniz ve kalabalıkların içinden farklı bulup seçip ayırmıştınız onları... Hükmünü icra eden acımasız torna çoktan sıradanlaştırmış gözünüzden sakındığınız yol arkadaşlarınızı... Şimdi bir fecr-i kâzib yetimi gibi şaşıra şaşıra bakarken onlara, onlar da sizi boş gözlerle bön bön süzüyorlar...
Önemli olan galip gelmek... Kurallı kuralsız hiçbir değeri yok... Makam ve para bütün pislikleri, necaset bulaşmış bütün kirli ilişkileri örtüyor... İnsanlığın, dostluğun, dâvâ arkadaşlığının, sevdanın, hayalin gerçek hayatta karşılığı olmadığını kulağınızı tırmalayan şuh kahkahalardan anlayabiliyorsunuz... O filmlerdeki ‘onurlu genç’ çoktan kovuldu bu pespaye hayattan ama fark edemedi... Hissiyatı, kavrama kapasitesinin hep önünde gitti çünkü... O sahnede artık mermerden yontulmayı bekleyen tanrı adayları hâkimdi, cahiliyyedeki gibi...
Yoksa modernite dedikleri bu mu? Sermayeyle veya egemenlerle düzenli ve düzeyli ilişkimiz kadar mı büyüğüz? Cep telefonumuzun fihristi kadar mı adamız? ‘Dost’ diye hafızaya eklediğiniz isimler dijital kalabalıktan başka bir şey değilse silmekten başka yapılacak ne var? Telefonun zili çalarken, ekranda isim çıktığında buruşan yüz müyüz, yoksa buruşturan mı acaba? Plastik sırıtışların ve mekanikleşmenin her geçen gün daha fazla alanı kapladığı ilişkiler borsasındaki hisseleriniz anlamsız çırpınışlardan ve yalnızlıktan başka ne ifade ediyor?
Bu bir ‘kayıp ilânı’ aslında; polis radyosundan veya cami hoparlöründen duyurulma ihtimali olmayan... Ya da varlığını hissetmediğiniz, yok olsalar yokluğunu da hissetmeyeceğiniz dost ve arkadaşların kayıp ilânı... Hayat mekanikleştikçe herkesi sarmaya başlayan ‘mecburî istikamet’ hikâyesi... Farkında olan olmayan herkesin hikâyesi... Siyasete, ticarete ve insanî ilişkilere vurulan en âdi mühürün fotoğrafı...
İşte ‘dostum’ onun için sen varsan bir eksiğiz!.. İşte onun için defanstayken yalnızız ve kan ter içinde kalarak uzaklaştırmaya çalıştığımız top her defasında duvara çarpar gibi yine bizim kalemize dönüyor... Ve işte bunun için ‘şerefli mağlubiyetler’ bizim kucağımızda kalıyor hep...
Sunay Akın ne de güzel kelimelere dökmüş gerçeği: “Kırgınlığım lunaparkta unutulmuş bir çocuğun nefreti kadar... Sorun atlı karıncalar değil, arkamda dönüp duran dönme dolaplar...”
Varlıklarıyla sadece yalnızlıkları büyütmeye yarayan herkes iyi bilmeli ki, bu maskeli baloyu bitirecek bir ilâhi jübile var...