Sen dokunmadıkça o yıkacaktır

Güneydoğu’da ne zaman bir askere ya da herhangi bir kamu görevlisine saldırı olsa, aklıma Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde resmettiği Selanik gelir... Balkan savaşları koşar adım yaklaşırken, Türk zabitlerinin içine düştüğü dramdı bu... İsyan dalgası Balkanlar’a öylesine hâkim olmuştu ki, devlet otoritesini temsil eden Türk zabitleri, üniformalarıyla çarşıya çıkamaz hâle gelmişlerdi... Türk subayı, devleti adına yüzyıllardır adalet taşıdığı topraklarda, artık görüldüğü yerde fiili saldırılara ve hakaretlere maruz kalmaktaydı...
Üniformayla sokağa çıkamayan, can güvenliği kalmamış, Hıristiyan ahali tarafından alay edilen, isyancı çetelerin hedefi konumundaki Türk askerinin bu fotoğrafı elbette Selanik’le sınırlı değildi... Ömer Seyfettin’in Selanik özelinde çizdiği bu resim, aslında Balkanlar’daki genel havayı özetliyordu...
Yaşananlar, yaklaşmakta olan büyük dramı gösteren işaret fişekleri gibiydi... Ardından Türk tarihinin belki de en ağır yenilgileri ve büyük toprak kayıpları geldi... Travma öylesine şiddetliydi ki İstanbul ve Anadolu’yu kurtarabilmeyi teselli saymak zorunda kalacak acı süreci yaşadık...
Bugün Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun önemli bir bölümünde, ne acıdır, Ömer Seyfettin’in Selanik’ine benzer sahneler yaşanmaktadır... Terörist saldırılardan beslenen ‘etnik şımarıklık’, kamu adına görev yapanların hayat alanlarını daralttıkça daraltmaktadır... Devlet, artık vatandaşının huzurunu korumaktan ziyade, ancak kendi canını korumaya çalışan ve akşamdan sonra nizamiye için çekilen ürkek bir varlığa dönüştürülmek istenmektedir...
Geçtiğimiz yıl Silopi’deki Nevruz gösterileri sırasında BDP’li Sebahat Tuncel’in bir başkomiseri tokatlamasını sadece adlî bir olay olarak görebilir miyiz? Ya da Bengi Yıldız’ın elindeki taşları polise fırlatmasını!
Dünyada hiçbir kamu otoritesinin midesi bunları hazmedecek kadar geniş değilken, yine BDP’li Özdal Üçer’in bir başka BDP’liyle tartışması sırasında ‘Ben devletim’ diyen polisle ilgili “Kim olduğu belli olmayan soytarı kılıklı biri, bir milletvekilinin yakasına yapışarak, devlet benim diyor. Eğer devlet senin gibi soytarılarınsa, yerin dibine batsın bu devlet” şeklindeki hakaretlerini hazmedebilen mideye ne demeli?
Sıralanan bu hakaretlerin karşılıksız kalması, yeni olaylara ve saldırılara da kapı aralıyor... Son olarak aynı kişinin, Van’da çaresiz ve sahipsiz bir doktoru dövmesi bunun açık ispatı...
Aslında herkes biliyor ama dillendiremiyor; ne tokatlanan polis, ne de dövülen doktor... Orada dövülen de hakaret edilen de tokatlanan da mağdurların şahsında Türkiye Cumhuriyeti!.. Çünkü bütün bu olup bitenler münferit olaylar değil, sistematik bir çalışmanın bölgede sosyal ve siyasî iklimi değiştiren sonuçları... Artık bölgede gittikçe yalnızlaşan bir devlet ile kamu otoritesinin çekilmekte olduğu alanı doldurmaya yönelik bölücü otoritenin pervasızlığı gerçeğiyle karşı karşıyayız...
Bütün bunlar yetmezmiş gibi şimdi de tutuklu milletvekillerinin salınma gayretleri başladı... Burada yapılması gereken ’adil yargılama’ya gölge düşürmeden, dâvâları hızla sonuçlandırmaya çalışmak olmalıyken, bu süreci yaşamadan onların Meclis’e taşınmalarını sağlamak, bölgede sarsılan psikolojik üstünlüğe yeni bir darbe daha vuracağı muhakkaktır... Çünkü ’haklar’ını vurarak, kırarak, yakarak aldıklarına inanan bir siyasi anlayışı doğrulamak olacaktır bu... Ayrıca bundan sonra da ‘hak’ arama yöntemi olarak, bunun ‘doğruluğu anlaşılmış’ bir yöntem olduğu havası perçinlenecektir...
Nasıl ki, Yüksek Seçim Kurulu’nun bazı milletvekilleriyle ilgili verdiği ‘aday olamazlar’kararının zamanlaması ve ardından bu karardan dönmesi, yakıp yıkarak hak koparılabileceğine dair anlayışa bilmeyerek de olsa destek sağladıysa, bugün dâvâlar sonuçlanmadan, terörizmle iç içe kişilerin Meclis’e girmelerine yol açmak bu havayı daha da pekiştirecektir... Zaten ‘bölücü terörizmle ilişkisi’ dolayısıyla cezaevinde olanları milletvekili adayı yaparak meydan okuyan bir iradeye teslim olmak anlamına gelecektir bu...
Ayrıca bir yandan yeni anayasa tartışmaları çerçevesinde milletvekili dokunulmazlığının sınırlanması gündemdeyken, ‘ayrıcalığın sürdürülmesi’ anlamına gelecek olan bu düzenleme bütün partilerin samimiyetine gölge düşürecektir...
Şayet bu hava böyle gider ve milletvekili dokunulmazlığı sınırlandırılmazsa, 2010’ların Türkiye’si ile 1910’ların Selanik’i arasındaki makas daha da daralacaktır... Tecrübeyle sabit, sen dokunmadıkça, o yıkacaktır...
Çünkü şartlar aleyhimize işlemektedir... O zaman Selanik’ten dertlenen Ömer Seyfettin’ler vardı yine de... Şimdi ise nedense Beşir Atalay’dan esirgenen eleştirileri, sırf KCK operasyonları dolayısıyla halef bakana fırlatmak için bahane arayıp, birbirleriyle yarışan gazeteciler var...

Yazarın Diğer Yazıları