Savcı firarda
Akciğer kanserine yakalanmıştı; kemik ve beyin metastazı da vardı.
Ayağa kalkamıyordu; sırtı sürekli yatmaktan yara dolmuştu.
Tuvalet, banyo, beslenme gibi temel ihtiyaçlarını dahi gideremiyordu; nasıl gidersin, beden gücü olsa -ki yoktu- artık bu ihtiyaçların giderilmesi gerektiğini akıl edecek bir “şuur”a sahip değildi; bilinç kaybı yaşıyordu.
Erimişti; deri ve kemikten ibaretti.
Bu haldeki Kuddusi Okkır’ın “sağlık nedenleriyle tahliye” taleplerini, ısrarla “kaçma şüphesi” gerekçesiyle reddettiğinde bir türlü anlayamamıştık “neyin kafası”nı yaşadığını;
“Adalet” inki olmadığı muhakkaktı.
Pekala kaçıp saklanacak imkân ve kabiliyete sahip oldukları ve hiç kimse onları bu nedenle ayıplayamayacağı halde gelip teslim olan onca insanın tutuksuz yargılanma talebini yine “kaçma şüphesi”yle reddettiğinde de öyle;
Kaçmayıp teslim olmuş birini, kaçacak diye senelerce haksız-hukuksuz şekilde hapsetmek de neyin nesiydi!..
Önceki gün anladık hepsinin sebebini;
Kişi kendinden bilir!
* * *
“Tarihi bir misyon üstlenmiş demokrasi kahramanı”ydı...
“Elini taşın altına koyan fedakâr” dı...
“Heykeli dikilecek adam”dı...
Kaçtı.
Savcı firarda.
* * *
Ki bu kaçış 2 şeyin itirafıdır aynı zamanda;
1. Yargılanıp aklanmak varken kaçtıklarına göre demek ki iddialar iftira değil gerçek; demek ki suçlular...
Çünkü -benim mantığımın matematiği bu değildir ama- “kaçak savcılar” ve avaneleri hem Ümraniye ve Balyoz -ve hatta- hem de 17-25 Aralık süreçlerine dönük itirazlar karşısında bu illiyet bağıyla savunmuşlardı “devrim”lerini;
- İyi ya madem suçsuzlar niye bu kadar korkuyorlar, yargılanıp aklanmış olurlar!
- Suçsuz olsalar kaçmazlar; kaçtıklarına göre suçlular!
2. (Diyelim suçsuzlar...) Yargı dediğimiz sacayağının üzerine oturduğu 3 temelden biri olan “savcılık makamı” bile yargıya güvenmek yerine yargıdan kaçıyorsa, hukuk adaleti tecelli ettirici vasfını tümden yitirmiş, “iktidarın sopası” olmaktan öte işlevi kalmamış demektir... Zira Türkiye “adaletin, adil yargılamalar yoluyla tez vakitte tecelli ettiği bir ülke” olsa, “devlet adına adalete hizmetle yükümlü bir savcı(!)” “adalet”ten kaçacak değil ya...
Bir doktorun kendini hekimlere emanet edememesi gibi;
Tuzun koktuğunun resmi.
Alın, çerçeveletin, memleketin münasip gördüğünüz bir köşesine asın...
* * *
Devran döndükten sonra “kaçacağı” iddialarını, “kim demiş kaçacağız diye işte buradayız” meydan okumalarıyla yalanlayan Öz’ün, yakalama kararının kokusunu alır almaz kayıplara karışmasından;
“Terörle mücadele etmek için özel olarak yetiştirilmiş seçkin askerleri de tutuklatan” sürecin “esas oğlan” larından olmasına rağmen kendi tutukluluğu söz konusu olunca “Terörle mücadele etmiş hâkim savcı polis tutuklatanlar...” diye veryansın etmesine kadar, “ironisi” nden yürünecek yığınla unsuru var vakanın. Ama bence cevabını aramamız gereken asıl soru şu:
- Zekeriya Öz ve Celal Kara “gerçekte” kaçmış mı oldu; kaçırılmış mı?
Kaçacaklarına dair özel istihbaratı geçtim tonla ihbar olmasına rağmen -komutanlarının eşlerinin, genç kızlarının yatak odalarını bile gözetleyen ileri Türk emniyeti- neden/nasıl “geliyorum” diye bağıran bu “son”a yol verdi?
Zaman Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal “AKP’ye iyiliği dokunan bir gün mutlaka cezasını görür” demişti önceki gün;
Bu yüzden, yani Öz, es kaza tutuklanır da, mahkemeye çıkarılırsa “AKP’ye yaptığı o iyilikleri” bir bir anlatır, kendi yanarken Sarayı da ateşe verir diye diye kaçmasına göz yumulmuş olabilir mi?