Savaşın yüzünde kadın ve Tatar Çölü...
2015 Nobel Ödülü sahibi Svetlana Aleksiyeviç, bir kadın olarak, kadının gerçek konumunu, yerini, işlevini şöyle özetliyor: "Kadın hayat verendir. Armağan eden. Onu uzun zaman içinde taşıyan, besleyip büyüten". Doğru diyor öyle değil mi? E peki bu hayat veren kadın, hayatlar alan savaşa katılırsa neler olur?
Neler olduğunu Aleksiyeviç, "Savaş Yok Kadının Yüzünde" adlı kitabında veriyor (Kafka Yayınları). Ve yine (diğer kitaplarında olduğu gibi), 2. Dünya Savaşı'na Sovyetler Birliği saflarında katılmış kadınların tanıklıklarına başvurarak, onları konuşturarak yapıyor bunu o harika, sürükleyici, doyulmayan üslubuyla.
404 sayfalık bu kitapta öyle çok can yakan, ders veren, ilgi uyandıran, düşündüren öykü var ki...
İşte onlardan bir tutam:
-Ağır yaralı bir yüzbaşı var, partizanlar bulmuşlar. Partizanlar arasına katılmış o bayan Sovyet askerini, bu yüzbaşı konusunda uyarıyorlar: "Sabaha sağ çıkmaz!". Bayan asker yaklaşıyor yatağına, soruyor yüzbaşıya: "Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?" İşte cevap: "Gömleğinin önünü aç ve bana göğsünü göster. Karımı görmediğim öyle çok oldu ki..." Asker kız, utanıyor kaçıyor oradan... Bir saat sonra tekrar dönüyor yaralı yüzbaşının yanına. Ölmüş...
-Yiyecek sıkıntısı var Sovyet ordusunda, tam o sırada keskin nişancılık yapan o bayan askerin birliğinin yakınlarında bir tay beliriyor, mutlaka vurulmalı, eti yenmeli, beklenirse, düşman da yapabilir aynısını. Sivilliğinde hayvanları çok seven o keskin nişancı bayan emre uyup tayı vuruyor, etinden de yiyor...
-Sıhhiye birliğinde bulunan bir bayan asker, diyor ki "Mutluluk, ölüler arasında canlı bir insan bulabilmektir."
-Rus askerlerinin tecavüz ettiği Alman kadınlar... Kan revan içindeler... Tecavüzcülerin olduğu birliğe getirilip yüzleştirilmek isteniyorlar: "Korkmayın söyleyin, kimler yaptı bunu size?" Demiyorlar. "Biz artık kan görmek istemiyoruz" oluyor yanıtları.
-Eşi ile birlikte orduda görev yapıyor bir kadın, eşi vurulup ölüyor, uygulama, oracığa gömülmesi. Ne ki, karısı "hayır" diyor, "Cephe gerisine, bizim topraklara götürüp orada defnedeceğim, bir mezarı olacak". İkna görevi bir Mareşala kadar gidiyor, kadının ona yanıtı şöyle: "Siz hiç sevdiniz mi Mareşal Yoldaş? Ben eşimi değil, aşkımı gömüyorum."
E bunun üstüne başka bir şey denmez, burada keselim...
Tatar Çölü
Yeni bir kitap değil, defalarca baskısı yapıldı, dünyada ve Türkiye'de. İtalyan yazar Dino Buzzati'nin "Tatar Çölü" adlı romanından söz ediyorum (İletişim Yayınları). Öyküsü kısaca şöyle bu romanın: O ülkenin, bir yanı çöl olduğu için ıssızlık içinde olan bir sınır kalesine bir genç teğmen atanıyor. Kaleyi, çevresini, içindekileri görünce, bir an önce buradan gitmek düşüncesine kapılıyor ilkin. Ancak bu kalede bir şey var, gelen gidemiyor. Sıradanlığın, tekdüzeliğin, ücralığın ve ıssızlığın, insanı çeken, büyüleyen, dönüştüren bir özelliği var. Burada insanlar düşlere düşüyorlar, seraplar görmeye başlıyorlar, düşleri gerçekleri de aşıyor çoğu zaman. Ve alışma başlıyor, bir uyuşturucu gibi bağımlılık yapan bir alışma.
Ve sonra... Bu sınır kalesinin, insan için bir sınırsızlık kalesi olmadığı anlaşılıyor sonunda. Anlaşılıyor ya, çok geç...
Merakla, ilgiyle ve düşünerek okunacak bir roman. Herkese tavsiye ediyorum.