Meyveyi dalında kendi haline bırakıp yere düşmesini beklemek akıl kârı değildir. Meyve size değil, kurda kuşa yem olur. Buna "bilim" der ve burada kalırsanız, bu da safdillik olur, bilim değil.
Radikal iktisattan söz etmek istediğimiz herhalde anlaşılmıştır. Bu adı beğenmezseniz, sosyalist ekonomi deyin, sosyal adalet düzeni deyin, sosyal devletçilik deyin, yeter ki gayeniz anlaşılsın. Gayenizde liberal ekonomi dedikleri varsa, meyveyi herkes yiyemiyecek demektir. Bilimsellikle yetinmeyin derken, ilkeleri, kuralları, tecrübeleri bir tarafa atın demiyoruz. Kural kuraldır, ancak kuralın yerine başka kural koyabilirsiniz. Eğer kapitalist bir iktisat düzeni içindeyseniz ve bunu devam ettirmek niyetinde iseniz, faiz kötüdür, faizi düşürürsek çok şey hallolur, faiz enflasyonun sebebidir gibi laflar, boş laflardır, cahilce veya kötü niyeti saklamaya çalışan gevezeliktir. Faiz, kapitalist sistemin kuralı gibidir. Kapitalist sistem, tüketim, sömürü yarışı, para ticareti üzerine inşa edilmiştir. Gerisi resmin edebiyatıdır, bilimin istismarı ve hatta hokkabazlığıdır, bilhassa özgürlüğün istismarıdır.
Kapitalizm, bir çeşit değildir. Sömürücülerin kapitalizmi var, zalimlerin kapitalizmi var. İkisi aynı kapıya çıkar diyeceksiniz. Haklısınız. Ama biri ince, kibar zâlimliktir, diğeri açıktan, ayan beyan zalimliktir. Peki bunlara başeğenlerin ki nedir? Aptalların kapitalizmi. Ne sömürüldüğünün, ne zulme uğradığının farkındadırlar. Durumu bilerek başeğenler de bulunur ki, bunlar ufak menfaatler uğruna, ucuz pahaya kendilerini satmışlardır. Yine menfaate dayalı zulme ses çıkarmayanların bir kısmı ve "siyasi aşk" yaşayanlar, zalimlere ortak olmuşlardır. Bunlara bizde harikulâde bir tâbirle, "yandaş" deniyor. Bu manzaranın önde gelen örneği, Türkiye''dir.
Toplumda tüketiciye muhatap iki sektör bulunur. Üretim ve hizmet sektörü. Gerisi parazit sektörüdür. Üretici ve hizmetin birleştiği kavram "emek"tir. Emek, kandırma ve sahtekârlığa, hatta bunların allanıp pullanıp meşrulaştırılmış olan rekabet ve reklâma harcanan emek değil, gerçek hizmete ve üretime dönük faaliyettir. Hizmet, sonuçta insana, topluma ve devlete fayda sağlayan bir iştir. Yalnız kendine fayda sağlayan, bunun için de belirli gayri ahlakî, gayri meşru yolları kullanan iş, sözünü ettiğimiz, iktisadın sözünü ettiği, dinlerin anlattığı emek değildir. Söz gelişi, bir doktor, hastayı iyi etmek için emek sarfeder. Bunun maddî-manevî karşılığını alır. Fakat başka doktorlardan hasta çalmak için veya sadece para için emek sarfetmişse, hizmet ehli değil, suçlu olur. Suç işleme emeği, iktisadî emek sayılmaz. Bir memur, hak ve hukuka, devletin kanunlarına uygun iş yapıyorsa, sadece meşru ve ahlakî bir emek sarfetmekle kalmamış, aynı zamanda iktisadî bir emek sarfetmiştir. Kazanan toplum ve devletin içine kendisi de dahil olmuştur. Bir çiftçi iyi buğday ekerken de, zehirli buğday ekerken de emek sarfetmiştir. Fakat iktisadî emeğin hangisi olduğu bellidir. Herkesçe bilinen bu basit meseleyi neden anlatıp duruyoruz? Herkesin bilmediği bazı hususlara işaret olsun diye. Kapitalizm, bu anlattıklarımıza yabancı mıdır? Evet. Kapitalizmin karakterine uygun olan, ahlaklı olan bu değildir. Karl Marx ve arkadaşları, resmi çektiler, ağzı burnu yamulmuş resmi düzelteyim derken, düzeltemediler. Başka türlü bozdular. İnsan fıtratına (tabiatına) uygun olmayan düzenler er veya geç yıkılırlar. Kapitalizm de, komünizm de insan tabiatına birçok yerde aykırıdırlar. Haklı oldukları yerler, haksızlıklarına mağlup olur gider. Kapitalizm de yıkılmaya mahkûmdur. Neo-kapitalizm (yeni kapitalizm) gibi düzenbaz yaklaşımlar da onu kurtaramıyacaktır.
Marx gibi, Max Weber de resmi bize aktardı. Fakat Weber gözümüzü açtı. Modern kapitalizmi anlatırken, niyetinde olmasa da sayesinde, ne türlü bir canavar karşısında olduğumuzu daha iyi anladık. Marx bize bunu yeteri kadar anlatamamıştı. Öyle olur ki, birşeyi överken, ona söverkenden kötülüğünü daha iyi anlatmış olabilirsiniz. Weber''in modern kapitalizmi, akılcıdır ama, aklın üst akılla, toplum bilinciyle, devlet bilinciyle, vicdanla, ahlâkla kontrolü sağlanmamıştır. Modern kapitalizmin ideal tipleri, para parayı çeker, vakit nakittir (zaman paradır). Zaman parayı tahvil edilebilir, alınıp satılabilir (faiz bu tabloya oturur), kendi hallerinde olanlar, zayıf olanlar düşer, işinde iyi olanlar ilerler. Kapitalizmin ideal tipleri bu tiplerdir (konunun akademik geniş çerçevesi için bkz. Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu; Bryan S. Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve İslam; Yümni Sezen, Sosyoloji Açısından Din, Din ve Ekonomi Bölümü. Bunlardaki kaynaklar). Modern kapitalizmi, Protestanlığın inanç ve insan tipine bağlayan Weber''in dayanaklarından biri, hıristiyanlığın gerçeğini kuşa çevirip inşa eden Pavlus''un bir sözüdür, felsefedir "Çalışmayan yememelidir". Sûret-i Hak''tan görünen bu kanaate göre, iş-emek, kötü yorumlanmıştır. Buna göre, çocuklar, hastalar çok yaşlılar yememelidir. Ama kurnazlar, iş bitirenler, modern hırsızlar, yolsuzlar, tıka basa yiyebilirler. Meselenin smölünü, sınırlarını, muhtevasını iyi değerlendiremezseniz, buralara varırsınız. "Herkesle herşey olabilirsiniz" diye misyonerliği kuran Pavlus''tan ancak böyle bir kapitalizme destek doğar.
Kapitalizmin bir halta yaramadığı, insanî, ahlakî bir iktisat düzenine ne kadar muhtaç olduğumuz, devletin ne işe yaradığı, şu salgın gönlerinde, bütün dünyada anlaşılmış olmalıdır. Neredeyse toplumların yarısı hastalıktan, yarısı açlıktan ölecek. Toplumu temsil eden, etmesi gereken bir devlet, salgın süresinde, en az bir yıl, sağlık, askerlik, güvenlik hizmetleri dışında, hiçbir faaliyet yapılmadan, insanlarını ve hayvanlarını besleyebiliyor, rahat ettirebiliyor, sağlığını koruyabiliyor ve her türlü güvenlik tedbirlerini alabiliyorsa devlettir. Değilse kapitalist bir çetedir. Bütün dünya, şimdilik bu sınavı kötü verdi. Özellikle Türkiye.
İşsizlik zaten can sıkıcı durumdaydı, salgın süresinde iyice arttı. Salgın bitse ne olacak? Radikal iktisat uygulanmazsa iktisadi çöküntü devam edecek. İktisat bilimi uzmanı bir kardeşimizin* sözünü aktaralım: İster liberal, ister sosyalist, ister şeriatçı hangi düzen olursa olsun, yönetenlerin ilk iki işinden biri, herkese iş sağlamak, diğeri üretime yönelmektir. Fiyatı, parayı, bütün iktisadi değerleri tayin eden üretimdir. Evet, uzmanımızın dediği gibi, çocuk, çok yaşlı ve kalıcı hastalığı olanlar dışında herkesin bir işi olmalıdır. Herkes çalışmalıdır. Dinimiz de, insanın ancak işi vardır, der. Bu iş, insanın yeteneğine, isteğiyle uygun olmasına, eğitim-öğretimine, gücüne bağlı bir iştir. Hizmet de bir üretim çeşidi olduğuna göre, o da bir emektir. İlim ve sanat, kafanın içinde kalmayıp hayata aksettiği sürece emektir.
İktisat, fayda ve paylaşım üzerine kurulu bir meseledir. Parazit iktisadi hayat döneminde, ilk insanlar, dünyaya gözlerini yeni açtıkları için, sayıca da az olduklarından, doğal halde ve ne buldularsa onu tüketmişlerdir. Balık, meyve, yiyebilmeleri ve yakalayabildikleri hayvanlar v.b. Buna parazit iktisat dönemi dedik. Gittikçe, emeğin, biriktirmenin, değiş-tokuşun (ilkel mübadelenin) işin içine girdiği dönemler başlamış, gittikçe karmaşıklaşmış, ama gelişmiştir. İşin içine bir şey daha girmiştir. Değerlerin dolaşımını sağlamak için bir vasıta, bir sembolik temsil. Yani para veya ilk zamanlarda para yerine geçen değerli bir nesne, bir ölçüt. Para, iktisadî hayatın sadece bir vasıtasıdır, kendisi değildir. Zamanla para iktisadî dönemin kendisiymiş gibi olmaya başlamıştır. Bir Tanrı gibi muamele görür olmuştur. Tıpkı, tabiatı ve hayatı yöneten Tanrı neyse, iktisadî hayatı yöneten de para olmuştur. Kapitalizm, işte bu vasıtaya sahip olup egemenlik kurmanın adıdır. Problemler böylece artar olmuştur. Para ilahlaştıkça iktisadî düzen bozulmuştur. İktisadî hayatın kolay yürümesi için araya konan bir vasıta, iktisadî hayatın kendisi olmaya başlayınca, şu-bu yolla ona sahip olanlar refaha kavuşmuş, olamayanlar ezilmiş ve sürünmüştür. Topluma kattıkları değer, verilen emek ne olursa olsun, dengesizlik ve adaletsizlik egemen olmuştur. Öyle bir duruma gelinmiştir ki, bu adaletsizlik ve dengesizlik, bir topluma ait olmaktan çıkmış, bütün dünyayı sarmıştır. Bunu, bugün "küresellik" diye süslüyor, allayıp pulluyoruz. Para da küreselleşmeye başlamıştır. Tek para ve buna boyun eğen, buna göre ayarlanan paralar. Her toplumda iki, üç para olmuş, egemen paraya göre yerli paralar, fakir-fukaranın kullandığı paralar haline gelmiştir. Paranın ilahlaştığı bir iktisat düzeninde, düzenin karakterine uygun olarak, modern hırsızlık, yolsuzluk hızla artmıştır.
Para işi, toplumların milli bilinç ve milli iradelerine zarar vermeye başlamıştır. Diğer emperyalist kültür unsurlarıyla birleşerek, para iktisadın sembol aracı olmaktan çıkmış, küresel sömürünün milli kültür bozulmasının aracı olmuştur. Bir milletin nasıl bir bayrağı, bir başşehri, bir devleti varsa bir tek parası olur. Para da egemenliğin sembolüdür. Bir ülkenin ehli hayvanları bile o milletin kültürüne uymuştur, adeta onu temsil ederler. Bizim köpeğimizin adı coni değil karabaştır. Bunu ayrıntı ve önemsiz görenler, hiç vakit kaybetmeden Claude Farrer''in "Türklerin Manevi Gücü" kitabını okusunlar. Bir mahallenin Türk mahallesi mi, Rum mahallesi mi olduğu, kedi ve köpeklerinden nasıl anlaşıldığına baksınlar.
İkinci para ne zaman gerekli olur? Alışverişin dışarıyla yapıldığı, dış ürüne mahkûm olduğumuz (petrol v.b.) zaman, yabancı parayı kullanırız. Bu da sadece bu işi yapanlar içindir ve devletin kontrolünde yapılır. Çünkü yabancı paranın sahibi devlettir, fertler değildir. Benim cebimde dolarım veya euronun ne işi var? Bankaya tasarruf için niye dolar yatırayım? Yarınımı garantiye almak için mi? Bir toplum, bir devlet toptan çökerse, benim yarınım mı kalır?
Bankalar para ticareti yapıyor. Bir de yabancı para hareketini ekliyor. Para olmazsa, üretim, yatırım olmaz ama, ucu yatırıma, üretime gitmeyen, sırf kendi içinde çark edip duran para ticaretinin ne faydası var? Sonuçta, faizin de bağlandığı bu ticaret, sömürmenin cennetini hazırlar. Zalimin cenneti, ama yoksulun, gittikçe de toplumun cehennemi. Sırf para üzerine kurulu bir iktisat, toplumu çöküşe götürür. Para olmayınca ne yapıyorsunuz? İki şeyden biri. Ya borç alıyorsunuz, ya da neyiniz varsa satıyorsunuz. Ne birikimlerimiz, ne tesislerimiz satıldı. Satıldıkça satıldı. Yerliye, yabancıya. Unutmayın, devleti satmanın bir adı, özelleştirmedir. Bahanesi de hazırdır: Bu işletmeler kâr etmiyor. Peki satın alan nasıl kâr edecek? Devletin yapamadığını, milleti soymaya hazır üç beş kişi yapıyorsa, sen devlet misin? Yoksa onlarla işbirliği yapan resmî çete misin? Hükümet, hükümet değilse, her türlü yolsuzluğun, hırsızlığın, usulsüzlüğün, adaletsizliğin yol geçen hanı olur, olmuştur da. Karl Marx, bu durumda haksız mı olur? Devlet sömürücü sınıfın bir vasıtası teşkilat olmaz mı? Dünyayı daha adil, daha yaşanılır hale getirmesi gereken küresel zihniyet, sömürü zihniyeti haline gelince, işler daha berbat olmuştur. Artık küresel çetelerle işbirliği yapmaya başlayan yerli vicdansızlar, zamanla bu küresel çetelerin esiri haline gelmişlerdir. Küresellik, sadece işin, kazancın, marka firmalarının yöneticisi, kendilerine, ailelerine yontucusu sevdiğiniz bilimsel dille oligarşisi haline gelmiştir. Silah üretip satan oligarşi, ilaç oligarşisi, gıda oligarşisi, kozmetik sanayi oligarşisi gibi. Bunlar siyasi çetelerle işbirliği içindedirler. Prensipleri daima daha çok kazanmaktır. "İnsan ve insanlık" bunların kulaklarını kapadıkları birşeydir. Silahtan kazananlar, insanları, devletleri karıştırmak, savaş çıkarmak, darbe yaptırmak zorundadırlar ve bunu başarırlar. Kansere ciddi bir ilaç bulunsa, üretilen mevcut ilaçların satılmasının tehlikeye girmemesi için, bunu örtbas etmek, kapatmak durumundadırlar.
Benim garip vatandaşımın yarın endişesine dönelim. Bu endişe yerli sömürücülerin, küresel sömürücülerin umurunda mı?
Bankaya yabancı para yatırmak, dünyada önemli olan benim, benden başkası ne olursa olsun demektir. Param para kazansın, ben hiçbir iş yapmasam da rahat yaşayayım demektir. Bu işin bu kadar bir mesajı var mı, biz mi büyütüyoruz? İnşallah bunun ispatının açığa çıktığı felaketler yaşamayız. İşyerlerine, mâmul olan olmayan nesnelerine yabancı isim koyan, her yeri yabancı isimlerle süsleyenler, bunun şahsî ve toplumsal kazanca yaramadığını, kafalarını duvara vura vura anlayacaklardır. Görsel ve işitsel günlük hayatımızın yarısını işgal eden, tanıtma fiilini aşan reklam maskaralıklarının, hokkabazlıklarının ne işe yaradğını zaten görmekteler. Reklamcı istihdamı, birkaç oyuncu, tv. veya basın yayın sahibine biraz para. Bununla iktisadi hayat, yoğun bakımdan çıkacak mı? Zaten bu alan, gerçek iktisadi alanın, üretimin, yerine geçen bir kamuflajdır.
Hastalıklı algının sebep olduğu bir yoğun bakım. Nedir o? Özgürlük. Tutturdular özgürlük, teşebbüs özgürlüğü, insanı ve yeteneklerini engellememe. Daha çok verimlilik, daha çok elde etmek için insana tam bir serbestlik verilmeli. Zekânın, aklın, yeteneklerin kullanılabilmesinin önü açılmalı. Liberalistlerin, söylediği şey bu değil mi? Özgürlüğü inkâr eden yok ki. Onun istismarından söz ediyoruz. Hayatımız ölçüsünde muhtaç olduğumuz devasa üç mesele, beslenme, özgürlük, hakiki dindir. Bunlar bu kadar önemli gerçekler olduğu için istismar edilir. Dinin istismarını nasıl inkâr edebiliriz? Açlığın istismarı yapılmıyor mu? Özgürlük de böyle. Özgürlük, zulmün mü, adaletin mi vasıtası olmalı? Diğer deyişle, özgürlük adalet için midir, hilebazlık, sömürü, kandırma ve nihayet zalimlik için midir? Birlik beraberliği pekiştirmenin, paylaşmanın mı, kutuplaştırmanın, bölüp parçalamanın aracı mıdır? Özgürlük bunların hepsi için kullanılabilir ve kullanılmaktadır.
Türk Milleti, geleneksel değerlerine uymamaya, millî ve dinî haysiyetine layık olmamaya başladı. Komşusunu aç yatırmayan, müşteriyi siftah etmemiş komşu esnafa gönderen, paylaşan, kuşlar için bile vakıf kuran, besmeleyle esnaf peştamali giyen atalarını unuttu. Bu nitelikleri, daha üstün cevherleri taşıyan kahramanlar hâlâ var. Fakat ya küstürülmüş, ya baskı altında tutularak atıl bırakılmışlardır.
Kapitalizmin yeni hünerlerine kendimizi kaptırdıkça, yan yollar çoğaldı. Bunları ilerle diye, gelişme diye, ona yutturdular. Teknoloji onu büyüledi. Gerçekte akıllı cep telefonlarını, kart şifrelerini, hırsız daha çok sevdi. Salgın hastalık başlayıp ortalığı kavurunca ve aç kalmaya başlayınca dahi kafaya dang etmedi. Bir parantez açarak, bu salgının, virüsün, arka plandaki hikmetli faziletlerinden söz edenlere şimdilik birşey demiyorum. Haklı noktaları elbette var. Fakat bu ayrı bir konudur, döner sahnenin öbür yüzüdür. Biz, sahnenin bu yüzüyle, onun da iktisat dilimiyle meşgul oluyoruz. İnsana, topluma, hikmetli mesajlar, önemli, ama ayrı bir konudur. Bizim sözünü ettiğimiz iktisat, yani dünyevi dilimizle birleştirilmesi mümkündür. Ortada şu gerçek var: Bu gidişle toplumun yarısı hastalıktan, yarısı da açlıktan ölecek.
Kapitalizmin insan niyetlerine iyice açılmış marifetleri, çirkin yüzü daha önce dediğimiz gibi, özgürlükle, serbest piyasayla kendini alalıyor. Serbestlik zeki olana, hani o neyse, kurnaza, hilebaza, kendini herşeyden üstün görene mi tahsis edilmiştir? Devlet bu serbestliğin neresindedir? Toplumumuzun işgörebilir nüfusunun üçte biri olan memura, işçiye, asgari ücretliye, açlık sınırında yaşayan garibana, emekli olanlara hangi serbest piyasa? Geri kalanın üçte biri, sınırlarını istese de aşması mümkün olmayan esnaf. Gerisini de siz paylaştırın. Ülke dışı üreticisine ve satıcısına bağımlı olanlar, sömürücü küreselcilerin prangalarında, kapanında iş gören üçbeş üretici, sanayici. Dış güçlerin yularları boyunlarında, "benim memurum işini bilir" diyen, hayali ihracata göz yuman, hatta teşvik eden siyasetçiler. Hangi özgürlük, hangi serbest piyasa ekonomisi? Bu serbestlik, üç yıl sonra yıkılmaya mahkûm ve yıkılan binayı yapan müteahhide mi tanınmış sadece? Olumsuzlukları, densizlikleri bir de din ile meşrulaştırmaya kalkan, dine uydurmaya çalışan kesimler. Sen binayı çürük yap, şurasından burasından çal, yıkılınca faturayı Allah''a çıkar. Yani Allah''a bile iftira et. Binayı çürük yap, depremde yıkılsın, Allah''ın zina edenlere ceza vermesi diye yine Allah''a fatura et. Allah elbette herşeyi bilir, yapar, bu senin iftiralarını da.
Ne yapmalıyız:
- Herkes iktisaden yarınından emin olmalıdır. Bunun için ne lâzımsa yapılmalıdır.
- Mülkiyet sınırlandırılmalıdır. Tapu delinmesin ama, âdil olarak delinmesin. Bazılarının hiçbir şeyi olmasın, bazılarının tapusu delinmesin şeklinde olmamalı. Bazı kimselerin oturacak evi yok veya iki odaya sahip olabilmek için borç ödeye ödeye beli bükülsün; birinin beş apartmanı yahut otuz dairesi olsun. Biri sokakta sürünsün. Delinmeyen tapu bu deliği yamar mı? Fabrika, imalathane gibi üretim araçlarının mülkiyeti, bu dediklerimizin dışındadır.
- Maaş-ücret uçurumları kaldırılmalıdır.
- Bankalar üretim ve yatırım alanlarına yönelmeye mecbur tutulmalıdır.
- Mülkiyet gibi para tasarrufu da kontrol altına alınmalıdır. Yatırım, imalat, üretim için ayrılan para dışında, kişisel biriktirme engellenmelidir. Hele yabancı parayla. Yarın endişesi kalkarsa, zaten buna ihtiyaç kalmaz.
- Para tanrısının kuklası olan iktisada değil, üretimin hâkim olduğu iktisada dayanılmalı, tüketim de israftan uzak tutulmalıdır.
- Devlet, devlet olmalıdır. Devlet, aydın, vatansever, milliyetçi, inançlı, vicdanlı, ahlaklı, adaletli, ehil, işini en iyi şekilde yapmaya çalışan insanlardan meydana gelmişse, hiç korkma. Eğer uğraşacaksan, bunu sağlamak için uğraş, seçeceksen böylesini seç. Emrine gireceksen bunların emrine gir. Gerisi kolay.
Talimatla iktisadî hayat mı düzelirmiş diyeceklere, benden önce atalarımız cevap vermiştir: Ya devlet başa, ya kuzgun leşe.
Saygılarımla.