Sahte cennet cehennemi
Vakfı ve kültür tarihimizi bildiğimiz söylenemez. Eski bir vakıfçı ve kültürün içinde bir kimse sıfatıyla bu eksikliği her giriştiğim işte gördüm, yaşadım. Vakıf''tan ne anladığımızı merak eden bu sonucu görür. Niçin vakıf şuurundan uzak kaldığımızı da anlar. Vakfedenlerin, kurdukları vakıfların nesiller boyu ayakta kalmasını hedeflediklerini düşündükçe, bilmeden nasıl yaşatılacağı sorusu duvar gibi önüne dikilir.
Bunun için, bazı okuyucularım, "Vakfa dokunan el onmaz" inanışını hatırlatmamdan memnuniyetlerini söylediler. Diri ümidimi tazelediler. Evet, vakıfların yüzyıllarca yaşamasında bu inancın etkisi büyüktür. Düşünün, İstiklâl Harbimiz sırasında ve Cumhuriyet''i kurarken, tek mangıra ihtiyaç duyulurken bile vakıf paralarına dokunulmamıştır.
Yeni kurulan dernek gibi vakıflarla bu klasik anlayışın benzerliği yok gibidir. Yeni vakıfların çoğunun ömrü en fazla kurucularıyla sınırlıdır. Fatih''in 550 yıllık vakfının, daha eski ve yeni benzerlerinin bugüne gelebilmesinin sebepleri arasında üç ana husus öne çıkar: Gelirleri sağlam kaynaklara bağlanmış, işletme ilkeleri doğru konulmuş ve asırlarca şartlarına uyulmuş. Biraz inceleyince, o yüksek kültür yaratıcılığının kurduğu yaşama düzeni ve içinde vakıflar göz kamaştırır.
İnşaat sanata karşı
Türk kuruculuğunun gücünü ve hayatı güzelleştirme inceliğini gösteren bu muazzam kurumların varlıkları devre göre yönetilecektir. Eserlerin bakımı ve tamiri yeni inşaat usulleriyle uyumlu götürülecektir. Fakat istediğiniz gibi tasarruf edemezsiniz. Mallarını yağmalayamaz, şartname dışında harcayamazsınız. Eserleri onarmada dünyanın koyduğu kurallarla korumacılık da devreye girer. Elbette eserin aslına uygun tamirini gözeteceksiniz. Bozamazsınız. Yıkıp yeniden yapamazsınız. Bu katliama girişme hakkınız yoktur. Hiçbir ölçüye göre yoktur.
Yapılanlara bakınca ölçüye gelmez işlerimiz var. Eski vakıflar, yirmi yıldır vakıf düşüncesine en çok vurgu yapanların yönetiminde. İşe bakın ki vakıf hukukuna uymakta en gevşek davranılan dönemden geçiyoruz. Eskiye, yani tarihe, yani kültüre, yani sanata bakışta bu gevşeklik can yakıyor. Eski eserlerimizin en çok tamir edildiği bir süreci yaşamamız dediğim gerçeği değiştirmediği gibi pekiştirir. Çünkü yirmi yıldır odaklanılan konu inşaattır. Ne olursa olsun inşaat. Her boş alanı arsa gören bir el ovuşturmayla inşaat. Tarım arazilerini kaybetme pahasına inşaat. Şehirleri, hayatımızı bozma pahasına inşaat. Azgın bir iştahla inşaat.
Kültürsüz hareketler
Meselenin tarih, kültür-sanat boyutunun düşünülmediği yapılan bozmalardan bellidir. Açık bir durum var: Kültür, sanat, tarih, cedler, ölçüler.. inşaat şehveti karşısında önemsiz konulardır. İş başındakilere, iş başına geleceklere ve kamuoyuna hatırlatmak zorundayız: Türkiye, bu başıboşluk, boşboğazlık ve cahil cesaretinin yıkıcılığını hayatından kovmadıkça ne fikir kalır, ne sanat. Yıkım her alana yayılır. Memleketin en değerli kafaları, düşündüklerini söyleyebilecekleri, işe yarayacakları yabancı memleketlere göçmek zorunda kalırlar.
Her işimizde kabalık ve bayağılık var. "Neme lazım!" dediğimiz için, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!" dediğimiz için bu haldeyiz. Sorumluluk almama, her şeyi yukardakine veya başkasına havale etme, yalnız iğne tenine değdiğinde tepki verme… O bir canlı refleksidir, doğru. Ancak, insan davranışı, içgüdü güdümündeki hareketlerle tarif edilemez. O takdirde kural tekleşir ve Orman Kanunu yürürlüğe girer. Nitekim dinden imandan en çok bahsedildiği bir dönemde değer ve manadan hızla boşalan bir toplum haline geldiğimizi acıyla yaşıyoruz.
Neredeyiz?
İçgüdüleriyle yaşar görünen insanların çoğunlukta olduğu bir topluma dönüşmek üzere olduğumuzu artık görelim. Böyle bir toplum içerden-dışardan kolay güdülür. Bu hale nasıl geldiğimizi soracak ve yakıcı cevabı bulacağız. Unutmayın ki yaşayışımızı düzenleyen kurallar bir bir devre dışı bırakılırken hepimiz beraberdik. Yanlışa yol veren biziz.
Madde-menfaat eksenli tavır alışa yol açan bencillik hırsının getirdiği bozgunu görelim. Din iman diyenin dünya nimetleriyle semirme peşinde olduğunu görelim. Din dikkattir. Çünkü hayat dikkattir. Din, hayatı korumayı esas alır. Aklı korumayı hedefler ve aklı olana hitap eder. O halde kim dinden bahsediyorsa, insanlığın ulaştığı en yüksek seviyenin temsilcisi olma gayretine girmek zorundadır. "Bizde böyle bir şey yok" diyorsanız, arızanın nerede olduğunu konuşacaksınız. Sahteliği ve dini kullanma ticaretini konuşacaksınız. Kandırılmayacaksınız. Eskilerin "Müddeî iddiâsını ispat etmekle yükümlüdür" deyişleri burada da geçerlidir. "Ben şuyum" demekle o olunmaz. Hele din gibi iddiaya gelmeyecek, benlik ve böbürlenme kirlerinin ağırlığını kaldıramayacak bir alanda hiç olmaz.
Geldiğimiz yer ortada. Kalıcılık, şuur işidir. Kültürsüz girişilen işler arada bir iyi ve güzel görünse de tesadüfün saman alevidir. Yerleşmiş bir anlayışı göstermez ve devamlılık değerine uzaktır. Manası olmayanın, mana kazanmayanın değeri değersizliktir. Orada iyilik yeşermez, var olan da kurur. Aklı olan düşünsün!