Sabrı taşan Başbakan!
Üzerinden fazla bir zaman geçmedi, unutmuş olamazsınız.
Başbakan Erdoğan, Tunus ve Libya gezisi sonrası Suriye sınırındaki mülteci kamplarını ziyaret edecek ve bu ziyaret esnasında Türkiye’nin Suriye’ye karşı yapacaklarını açıklayacaktı. Sayın Başbakan’a göre Suriye’deki her gelişme Türkiye’nin içişleriydi. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sınırda seferberlik tatbikatı yaptırmış, Birleşmiş Milletler’in Suriye’ye ambargo kararı almamasına fena halde kızarak, “Olsun, biz ambargomuzu uygularız” diye haykırmıştı. Böylesi bir “savaş söylemi” ve bu söyleme uygun adımlar herkesi tedirgin etmiş, “Ne oluyor, Suriye ile savaşa mı giriyoruz” yorumlarına sebep olmuştu.
Ne Türk halkının Suriye ile bir meselesi vardı, ne Türk Ordusu’nun bunca gaile içerisinde bir de Suriye cephesi açmak gibi bir niyeti.. “Komşularla sıfır sorun” diye yola çıkan hükümetin “sorunsuz sıfır komşu” noktasına gelmesi ister istemez Türk dış politikasında ipleri ABD’nin iyice eline geçirdiği yorumlarına sebep olmuş, bu yorumlar da hükümeti fena öfkelendirmişti. Sanki “suçüstü yakalanma” halleri vardı. Hatırlarsınız, PKK ile görüşmelerde önce toptan inkâr yoluna gidilmiş, (Sami Ofer meselesinde olduğu gibi). Mızrak çuvalı delince de, “Hükümet değil, devlet görüştü” ayaklarına yatılmıştı. Yine öğrendik ki Erdoğan’ın “devlet” dediği kavramın içinde en azından TSK yoktu, çünkü Genelkurmay Başkanı NTV’den Nilgün Balkaç’la yaptığı görüşmede, “PKK ile görüşme yapıldığını biz gazetelerden öğrendik” deyivermişti.
Aynı görüşmede kamuoyunun atladığı bir detayı da Milliyet’ten Semih İdiz dünkü yazısında okurları ile paylaştı. Genelkurmay Başkanı Suriye’deki gelişmeleri yakından izlediklerini söylüyor, “Suriye’de cereyan eden olaylar öncelikle bu ülkenin iç meselesidir” diyordu. Yani Erdoğan’a göre Suriye’deki olaylar Türkiye’nin iç meselesi, Genelkurmay Başkanı’na göre ise Türkiye’yi ilgilendirmekle beraber, “öncelikle Suriye’nin iç meselesi” idi.
Dememiz o ki, Suriye meselesinde dün sabrı taşan Başbakan, bugün çok sabırlı bir tavır sergiliyor. Belli ki, yutamayacağı bir lokmayı ağzına almış, bakalım ne yapacak. Ama göreceksiniz bu meseleden de ekseriyetin alkışını almış olarak sıyrılmayı becerecektir. Yandaş basın bu konuda çok maharetli çünkü.
Ve Sayın Erdoğan’ın bu her söz ve davranışından bir “nema” kapma başarısını tekrar tekrar gördükçe Özal geliyor aklıma. O da öyleydi. Meselâ, Ermeniler Karabağ’a saldırdığında, “Onlar Alevi” diyerek Ermenileri memnun etmiş, daha sonra da, “Uçaklarımız yanlışlıkla sınırı geçip Ermeni semalarına giriverse” diyerek de Azerileri umutlandırmıştı.
Erdoğan da aynı stratejiyi uyguluyor.
En bariz örnek de şu “kum evler” ve “gecekondu” meselesi. İstanbul Belediye Başkanı adayı olduğu zaman, “Ruhsatsız binaları yıkacak mısınız?” diye sorulduğunda, “Siz ne diyorsunuz. İstanbul’un yüzde 60’ı kaçak bina. Ben de kaçak bir binada oturuyorum, niye yıkayım. Aksine ruhsat vereceğim” diyerek seçimleri kazanmıştı. Nitekim öyle de yaptı, İstanbul’u ruhsatsız kaçak binalarla doldurdu. Şimdi ise tam tersini söylüyor, “Seçimleri kaybetme pahasına da olsa bütün kaçak binaları yıkacağız” diyor. Biliyor ki, o gün kaçak binalara ruhsat vermek prim yapıyordu, bugün de kaçak binaları yıkıp sağlamlarını yapmak prim yapıyor.
Kim uğraşabilir böyle usta bir siyasetçi ile Türkiye’de, hiç kimse... Her meselede, (Deniz Feneri bahsinde olduğu gibi) tereyağından kıl çeker gibi işin içinden çıkmayı başarabilecek bir örnek var mı? Öyleyse, bu gidişle Erdoğan birkaç seçim daha rahatlıkla kazanır, anayasayı da istediği gibi değiştirir. Değişmiş anayasanın faturası ne kadar ağır olursa olsun, o, “sizi çok daha ağırından kurtardım” diyerek seçmeni ikna eder, rakipleri de boş gözlerle sandık sonuçlarına bakakalırlar...