1980’lerin sonlarına doğru…
“Abi, Sabahattin Ali’nin Sinop Cezaevi günleri hakkında konuşalım mı biraz?”
Aziz Nesin, delici bakışlarını gözbebeklerime dikti:
“Nerden çıktı şimdi bu konu?”
“Çoktandır yazmayı düşünüyorum. Sabahattin Ali, ‘Aldırma Gönül’ adlı şiirinde ünlü Cezaevi’ni ünlü yapan iki özellikten yalnızca bir yarısını tanıtıyor. Diğer yarısı bende. Bir elmanın iki yarısı diye düşünüyorum. Bir yarısını Sabahattin Ali çok güzel ortaya koymuş. Gerçekten usta işi. Diğerini de ben ortaya koyup iki yarıyı birleştirmek istiyorum.”
“Araştırma mı yapıyorsun.”
“Araştırma da var evet, ama Sabahattin Ali gibi yaşadım da.”
“İyi, Sinop’ta yaşadıkların bir de araştırma, önemli bir konu. Bildiklerim şunlar: Sabahattin, 1932, Konya’da öğretmen… Birkaç kişi, onun Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e hakaret eden bir şiirini kendilerine okuduğu gerekçesiyle savcılığa başvuruyor. İçlerinde tarihçi Cemal Kutay da var. Bizimki, savunmasında, ‘İftiraya uğradım. Ben o insanlara bu şiiri okumadım. Ayrıca şiirde Cumhurbaşkanı’nın adı da geçmiyor,’ dese de on dört ay ceza aldı.
Cezanın beş ayını Konya’da yattı. Kalanını yatması için Sinop Cezaevi’ne götürüldü. Beş-altı ay da orada yattı. Cezası bitmeden 1933 yılında Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Affı çıktı, salıverildi. Sağ olsun Edip Akbayram, Aldırma Gönül şiirini yalnız insanlara değil, Türkiye’nin dağına taşına, çınarına çamına, hayvanına börtü böceğine ezberletti. Çok az şiir bu kadar ünlü olabilmiştir. Sen şimdi elmanın diğer yarısına gel, merak ettim.”
“Dışarda deli dalgalar/Gelir duvarları yalar/Seni bu sesler oyalar/Aldırma gönül aldırma,” dörtlüğü, şiirin en çarpıcı bölümü. Sinop Cezaevi, Sinop Kalesi’nin içinde. Kalenin uzun duvarlarından biri Karadeniz’e dayanıyor. Duvarın iç yüzünde yan yana on sekiz kadar hücre var. Deniz kudurdu mu, dalgalar hücrelerin ortasındaki tuvalet deliklerinden yaklaşık bir metre kadar su fışkırtıyor. Fışkıran dalga suları, dar hücrelerin duvarlarına çarparak zemine iniyor. İçerdeki mahkûm ya da tutuklunun kaçacak yeri yok. Tek yapabildikleri tabaklarıyla, tabakları yoksa bir çamaşırlarıyla deliği kapatıp ayaklarıyla üstüne basmak. Sabahattin Ali, ‘Dışarda deli dalgalar/Gelip duvarları yalar,’ derken tam da bunu anlatıyor.
Dışardan dalgalar kale duvarını dövdükçe ‘Şaaak, şaaak!’ sesler çıkarıyor. Tuvalet deliğinden fışkıranlarsa; ‘Foooş, foooş!...’ Sesler, hücrede kulak tırmalayan bir uğultuya dönüşüyor. ‘Seni bu sesler oyalar,’ dizelerinin anlattığı sesler de bu sesler. Hücrelerin adı, Malta Hücreleri… Zihni, Sinop Lisesi’nin başarılı müzik öğretmeni. 19 Mayıs 1980 gösterileri hazırlıklarında ‘Aldırma Gönül’ müziğiyle öğrencilere çalışma yaptırmış. Tutuklanma nedeni, Komünizm Propagandası… Malta hücrelerinden birine koymuşlar. Hücrede Sabahattin Ali’ye yeni dörtlüklerle katkıda bulunmuş: ‘Malta’da hücre dört duvar/Havası yok faresi var/Sular ciğerlere dolar/Aldırma gönül aldırma.’ Malta’ya atılanlar, orada en fazla otuz gün tutuluyorlarmış.
Dursun, düğününe mi, nişanına mı iki gün kala gözaltına alınmış bir öğretmen. Tutuklanıp, yallah Malta’ya. Malta’da günleri sayıyor. Düğünü, nişanı unutmuş çoktan. Otuz gün dolsun, bir koğuşa geçeyim sayıklamasında. Kamuran, berber… Aranan birisini tıraş etmiş. Ertesi gün, gözaltında. Tanıdığı biri sorgusundan önce kulağına fısıldamış: ‘Sakın hiçbir şey söyleme! Hiç konuşma! Konuşmazsan seni salarlar.’ Deniz uykudaysa, geceler oldukça sessiz. Hücreden hücreye ses gidip geliyor. Zihni geceleri yoklama yapıyor. Kim geldi, neden geldi; kim gitti… Öğrenme derdinde. Dursun’la Kamuran’a da bir dörtlük Zihni’den: ‘Dursun oflayıp pufluyor/Gel on iki gün gel diyor/Kamuran hiç konuşmuyor/Aldırma gönül aldırma!’
Aziz Nesin sabırsızca söze giriyor:
“Sabahattin’in yarım elması dediğini aşağı yukarı biliyordum. Huyun çıksın, biraz uzattın yine. Öğretmensin ya, öğrenciler karşında koyun, lafı uzat da uzat. Dediydim ama di mi?”
“Heh heh he! He valla önceden de dediydin abi.”
“Öteki yarıya geç. O neymiş, onu merak ettim.”
“Abi, fırçamı yemeden özetliyorum: 12 Eylül’ün civcivli günleri… Kenan Evren esip gürlüyor. Algı zokalarını yutup uyuşan toplumun ezici çoğunluğunun göz kamaştıran kahramanı. Helal sana Evren, vatanı kurtardın(!). Her on kişiden yaklaşık sekiz, dokuzu, Kenan Evrenci. Darbenin beşinci haftası… Muğla’da gözaltına alındım. Sinop’ta bir mitingde yaptığım konuşmada, ‘İşsizlik ve pahalılık var,’ dediğim için komünizm propagandası yaptığımı düşünmüş bir savcı. Hakkımda dava açılmıştı. İfadem alındı, dava sürerken dosya sıkıyönetime devredilmiş. Sıkıyönetim savcısı gözaltı kararı vermiş. Hooop, eller kelepçede, Muğla’dan Sinop’a! Cezaevi komutanı bir yüzbaşı.
Odasında gardiyanlar arasında çırılçıplak soyunmam… Giyinirken, ‘Domuzluğa atın!’ emri yüzbaşıdan. Kemerim, bot bağcıklarım alındı. İki gardiyan arasında yürüyoruz. ‘Domuzluk da ne yahu? Domuz muyum ben?’ diye soruyorum. Kısa boylu gardiyan gülüyor, ‘Girince görürsün domuz musun, değil misin? Rapor varmış. Raporu veren doktor bir köpek attırmış Domuzluk’a. Bol yal, bol su… Beş gün sonra leşi çıkmış köpeğin. Burada beş günden fazla canlı yaşayamaz diye rapor yazasıymış doktor.’ İri yontma taşlardan yapılmış, kocaman ve oldukça yüksek, silindir biçimli bir iç kulenin demir kapısı önünde durduk. Uzun gardiyan kocaman asma kilidi açtı.
Ağır, kalın sacdan paslı demir kapıyı gıcırdatarak açtı. İçeri doğru dar, yaklaşık bir buçuk metre kadar boyunda bir tünel göründü. Kısa gardiyan, eğilerek içerisi karanlık tünele girdi. Bir kapı sesi daha. Ama bu ses, dıştaki kadar şangır şungur değil. ‘Sanırım iki ya da üç metre ileride, ahşap bir kapı’ diye düşünürken gardiyan geri geldi: ‘Gir içeri!’ Eğilerek girdim, adımlarımı sayıyorum: Kapıya dek altı adım. Adımım altmış santim. Küçük attım diyelim adımlarımı; iki kapı arası üç metre vardır. ‘Gir!’ Karanlığa çalan loş aralıktan giriyorum. Kapı arkamdan kapanıyor. Kapının altından doğru sızan belli belirsiz aydınlık içerinin zifiri karanlığınca boğuluyor. ‘Dışarıda tasta su var. Delikten avcunla alırsın. Sabah yedide yoklama. Somunla katık da alacaksın.’ Dış kapı kapanınca, iç kapı tümden görünmez oluyor. ‘Şıp!’ başıma bir damla su. Kulak kesiliyorum. Arada değişik yerlerden ‘Şıp şıp!’ sesleri. Yer çok yumuşak. Yeri yokluyorum elimle. Toprak zemin, dört parmak çakıllı çamur. İçeriyi keşfe çıkıyorum. Kapıyı buldum. Sırtımı kapıya verdim.
Sağdan duvarı yoklayarak ilerliyorum. Birkaç metre gidince yaklaşık elli santim boyutlarında kübik bir yapı. Tuvalet mi bu? İlerlemeyi sürdürüyorum. Ek yerlerinden, duvar taşlarının dıştaki taşlardan daha küçük boyutlu olduğunu sanıyorum. Turumu tamamlıyorum. Her yerden ‘Tıp, tıp, tıp!...’ Ne kadar zaman geçti? Bilemiyorum. Islandım ve üşümeye başladım. Volta, en iyisi volta!... Kapıyı el yordamıyla buluyor, alttaki deliği inceliyorum. On santim kadar yukardan açılmış, otuz santim kadar uzunlukta bir delik. Kapıyı ölçüyorum, tek parça; yarma meşe olmalı. Kaç yüzyıllık acaba? Delikten kalınlığı karışlıyorum. Karışıma yakın. Yumruk girip çıkmıyor. El açık olacak. Su kabını yokluyorum. Bir litrelik plastik bir kap. Suyu nasıl, içilir mi? Avucumla su almaya kalkıyorum. Birkaç damla su… Çürümüşlük kokusu, tadı ekşimsi…
Ahmet Telli, şair, bilirsin. Sınıf arkadaşım. Sinop’tan Mamak’a götürüldüm. Birlikte yattık bir süre. Çıkınca Su Çürüdü adlı şiir kitabı çıktı. Ahmet de benzer bir su tatmış demek ki! Sırtımı duvara veriyorum. Tam karşı duvara adımlayacağım. Duvara dayanınca, dön; kapıya ulaş, dön… Beş altı dönüşten sonra yönüm kayboldu demek ki. Adım sayarken duvara tosluyorum. Artık ellerim önde, yavaş yavaş yürüyorum. Bereket sulu çamur yapışkan değil. Kafamda sorular, İstiklal Caddesi yoğunluğunda… Birbirlerini çiğniyorlar. Domuzluk Zindanı kaç yüz yıl yaşında? Şimdiye dek kaç kişi atıldı buraya? Kaçı ölüme terkedildi? Ben de ölecek miyim?... Yoruldum. Su damlamayan bir yer bulup uzansam mı biraz? ‘Botlarımı yastık yaparım.’ Başım botların üstünde, yatıyorum. Üşümekten titremeye başladım. Yaklaşık her yarım saatte bir kalkıyor, kapıyı buluyor, yürümeye çalışıyorum.
Dış kapı açıldı. Varla yok arası bir aydınlık, iç kapı deliğinde. Fırlayıp kalktım. Ama her yerim tutulmuş, usta işi, temiz bir dayak yemiş gibiyim. “Ses ver!”/”Buradayım!”/”Elini uzat!” Uzatıyorum. Bir somun, taze. Üstten iyice bastırarak çekiyorum içeri. “Tabağı al, boşalt, geri uzat!” Sert plastik, yayvan tabakta yedi tek zeytin. Zeytinleri cebime, tabak geriye. Üç zeytin, çeyrek ekmek, iyi geldi. Ekmeğin kalanını farelere kaptırmamak için koynuma sokuyorum. Tuvalet… Kapıya arkamı veriyorum. Sol duvar dibine iki adım… Tuvalet burası. Ekmeğin çeyreğini yiyeceğim. Yarısı yastık olacak. Ekmek koynumda ıslanmış, hamurlaşmış. Üşüyorum. İkinci ekmek gelişinde güçlükle kıpırdıyorum. Titriyorum. Bir öfke patlıyor içimde. ‘İki paralık diktatörler, ben suçlu değilim. Suçlu sizsiniz. Hesap vereceksiniz! Çığlığımı duyuracağım insanlara.’ Çamurda taş, iri çakıl parçası arıyorum. Buldum. Kapı sağındaki yükseltiye sağ ayağımı bitiştiriyorum. Sol ayağım, omuz hizası açık. Sağ elimde iri çakıl.
Duvara burnumu dayıyorum. Sol elim, sağ omuz başında. Bir karış yukarıyı peyliyorum. Tamam, bu taşa taşla yazacağım. Ne yazayım? Özün özü olmalı yazacağım. Mağara resimlerinden de öz. Buldum: ‘İz yazacağım. Diktatörün suçuna kanıt bırakacağım.’ İz, iz, iz… Saatlerce çabalıyorum. Üşüyorum, titriyorum. Yorulup çöküyorum. Ayaklarım şişti. Botlarım dar geliyor. ‘İz bırakacağım ey diktatör! Suçlu sensin!’ Dördüncü ekmeği emekleyerek aldım. Çok zayıfladığımı pantolondan anlıyorum. Düşüyor. Başgardiyanlardan Şaban, dışarıda bir avukata demiş: ‘Hoca TÖB-DER yöneticisi ya, örgüt lideri diye zindana attılar. Sanırım öldürecekler.’ Eşimin bir yakını. Dayısı Genelkurmay’da Personel Daire Başkanlığı’nda Kıdemli Albay Ahmet S… Telefonlar… Sinop Garnizon Komutanı, Cezaevi komutanı… İki gardiyanın kollarında baygın çıkarılmışım. Bitti.”
“Anladım,” dedi Aziz Abi. “Özet dedin, bir çuval laf ettin be oğlum. Bildiğim kadarıyla, İkinci Meşrutiyet’ten sonra o dediğin zindanlar kapatılmış. Cumhuriyet’te de kullanılmamış. Sabahattin bu yüzden sözünü etmemiştir. Bunu yaz. Adı da İz olsun. Önsözünü ben yazarım.”