Referandum hikâyeleri…
2010 referandumuydu. Ortalık yine evet ve hayır propagandalarına kesilmişti.
Evet çıkarsa geçici15. Madde sâyesinde 12 Eylül Darbesi'yle hesaplaşılacaktı.
Ülkücüler yine bölünmüştü.
Bir kısmı evet diyordu, bir kısmı hayır.
Zamanın Başbakanı bir yandan Tokat'ta "Ülkücü kardeşlerim" diyerek miting meydanındaki ülkücülere hitap ediyor diğer yandan milliyetçilik cümlesini sansür etse de Mustafa Pehlivanoğlu'nun mektubunu Meclis kürsüsünden okurken gözyaşı dökerek ülkücülere kompliman yapıyordu.
Tabii tüm referandumların vazgeçilmezi kabristanlardı yine. Adnan Menderes'in fotoğrafları üzerinden yine evet kampanyaları düzenleniyordu, bittabi Adnan Menderes yaşasaydı evet oyu kullanırdı.
Zamanın hükümetinin 2010 referandumundaki en büyük partneri yine zamanın ismiyle cemaatti. Yine o zamanların ifadesiyle Hocaefendi(!) taa okyanus ötelerinden referandum için çalışıyor, "İmkân olsa mezardakilere bile evet oyu verdirmeli" diyordu.
Referandum neticelendiğinde % 58 evet oyuyla anayasa değişiklikleri kabul edildi.
Zamanın Başbakanı televizyon ekranlarında canlı yayında "Okyanus ötesine teşekkürlerini" iletti.
Zamanın Başbakanı "Bağımsız Ülkücülere" de teşekkür etmeyi ihmâl etmemişti.
Referandumdan hem hükümet ama aynı zamanda en az hükümet kadar zamanın adıyla 'cemaat' de kârlı ve güçlü çıkmıştı. Siyaset ve bürokrasi yeniden dizayn edilecekti.
Hemen bir yıl sonra MHP çirkin ve ahlâksız bir kaset operasyonuna mâruz kaldı, siyasetin konusu olmayan mahremiyetler göz önüne serildi alçakça. 'Ülkücü kardeşlerim' ve 'Pehlivanoğlu'nun mektubu' unutulmuş, onların yerini "Ne özeli kardeşim, genel bunlar genel" cümleleri almıştı. Yani derelerin altından referandum akmıştı.
Ve…
15Temmuz 2016'da cumhuriyet tarihimizin en alçakça saldırısı yapıldı devlete. Bir darbe teşebbüsüyle karşı karşıya kalındı ve millet darbenin karşısında yer alarak seçilmiş irâdeye yani siyasete ve hükümete sahip çıktı.
Darbenin arkasından 2010 referandumunun partneri, yani cemaat, yani FETÖ çıktı. Yani hani o "alnı secdeli çocuklar", yani hani o "ne istediler de vermedik" denilen çocuklardı onlar.
Yargıya, polise, askeriyeye, millî eğitime, her yere sızmışlardı, yani devlete sızmışlardı.
Bunların bir daha olmaması için yeni bir sistem gerekiyordu. Parlamenter sistem engeldi buna, Türkiye'nin gelişmesinin önünde de bir engeldi parlamenter sistem. Daha hızlı karar alınabilecek bir sistem gerekiyordu. Bunun adı da 'Başkanlık Sistemi'ydi ya da 'Partili Cumhurbaşkanlığı' sistemi. Eh zaten fiilî durum da vardı, bu fiilî duruma resmiyet kazandırmak gerekirdi. Teklif MHP'den geldi, hükümet, "Aman efendim ne kadar nâziksiniz, zaten biz sizin devlet hassasiyetlerinize olduk olası hayranızdır" dedi ve yine bir referandumun içinde bulduk kendimizi.
Ortalık yine evet ve hayır propagandalarına boğuldu. Bu kez daha keskindi. Hayır diyenler ya haindi, ya terörist, ya darbeci, ya da âhiretlerini tehlikeye atan zındıklar gürûhuydu. Bu gürûhun imdadına Hayrettin Karaman yetişip, canlarını teminat altına aldı da toplum biraz rahatladı.
Bu referandumda da kabristanlar revaçta. Yine ilk olarak Adnan Menderes yaşasa evet derdi. Fakat bu sefer tarihin ironisi olsa gerek Menderes'i asmakla haksızca itham edilen Alparslan Türkeş'in kabri de ihmâl edilmedi.
Ve 2010 referandumunda olduğu gibi bölünmek yine ülkücülerin hissesine düştü.
2010 referandumuna nazaran daha âteşin bir zihnî bölünme bu seferki. Daha derin. Daha esaslı.
2010'da, '12 Eylül darbesiyle hesaplaşılacak' masalına saf saf inanan ülkücüler, bu kez Başkanlık sistemiyle çağ atlayacağımıza inanmıyorlar. Yani hayır diyenler daha baskın. Daha tutarlı. Daha inanmış.
Ülkücüler, ülkücülükleriyle partileri arasında sıkışmak yerine partilerini değil, ülkücülüklerini tercih ediyorlar bu sefer, tıpkı bin cihana değişmedikleri Türklükleri gibi.
"Partisiz yaşayabiliriz, fakat son nefesimize kadar ülkücülüğümüzden bir adım geri atmayacağız" diyorlar.
İşte bunun için, kendilerini devletin ve milletin istikbâline adayan ve partiden ihraç edilmiş genel başkan adayları ve 10 Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı karış karış vatanı geziyorlar, meselenin bir parti meselesi değil, devlet ve millet için gerçekten bir varlık-yokluk meselesi olduğunu anlatıyorlar ve "hayır" diyorlar…