O kadar geniş bir kavram ki post-truth; algı yönetiminin, manipülasyonun, dezenformasyonun bir parçası olarak her alana sirayet etmiş durumda.
Post-truth kelimesi, bu yüzden epey popüler. 2016 yılında Oxford Dictionaries tarafından yılın kelimesi seçildi; Türkçe’de hakikat ya da gerçek ötesi gibi anlamlara geliyor. Sözcük “Nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” olarak açıklanıyor.
Ekonomiden siyasete, aşktan kadın erkek ilişkilerine bize inanacağımız okkalı yalanlar söyleyen modern dünyada; en temelde “sahtekârlık” olan olgulara, farklı farklı kavram ve anlamlar üretmek herhalde biz sosyal bilimcilere düşüyor.
Dolayısıyla bizi belki de bu girdaptan çıkaracak en iyi tanım “netlik” olsa gerek…
Sosyal bilimlerin dünyayı ve yaşamı anlamaya çalışan doğası içerisinde kalacaksak, “netlik” kavramını öne çıkaran yaklaşımlara odaklanmalıyız. Oyalamayan, cambazlık peşinde koşmayan, politik olmak adı altında arkadan dolanmayan kişi ve yaklaşımlara eğilmeliyiz…
Bunlardan biri İngiliz filozof John Locke. “Kelimelerin Suistimali” kitabı netliğin geleceği son nokta… Günümüzde algıları çarpıtmanın faturası iletişimcilere ve siyasetçilere kesilse de, Locke yaşadığı dönemin koşulları içerisinde bilim insanlarından, edebiyatçılara kadar herkesin günlük hayatta bu suiistimalin parçası olduğuna işaret etmektedir.
Diyor ki Locke; iletişim kurarken dilin yapısal özelliklerinden kaynaklanan karışıklıklardan yararlanarak bir kelimeyi anlamı dışında kullanmak ve bilerek hata yapmak, mecazi konuşma ve kinaye olarak adlandırılsa da bunun bir suiistimal olduğu kabul edilmez çünkü keyif almak adına yapılan gündelik konuşmalarda hata unsuru olduğu pek düşünülmez. Bu tür konuşma sanatları yargıları yanlış yönlendirmekte, gerçeğe ve bilgiye ulaşmada engellere yol açmaktadır. Felsefecilerin hatta bilim insanlarının metinlerde sahte bir belirsizlik oluşturarak düşüncelerinin eksik ya da zayıf noktalarını terimleri muğlaklaştırarak kapattıkları görülmekte, bu tür kelimelerin anlamsal çağrışımlarına verilen zarara, mantık ve bilim de katkı sağlamaktadır. Oysa iletişimin temel yükümlülüğü düşüncelerimizi bir başkasına iletmek, en rahat ve berrak yolla karşılıklı bilgi akışını sağlamaktır. Bunun dışındaki bir iletişim akışında dil hatalı hale getirilerek suistimal edilmektedir. Eğer kelimeler net ifadelerle manipüle edilmeden kullanılırsa, gerçekleri bilmek ve görmek isteyen insanlar gereksiz tartışmaların içine çekilmez; böylelikle dil de gerçeklerin üstünü kapatmak, insanların haklarını gasp etmek gibi bir amaca hizmet etmez.
“Net insanı” severiz. Locke’u da bu yüzden sevmekteyiz…
Foucault’un “Söylem ve Hakikat” eserinde ele aldığı “her şeyi söylemek” anlamına gelen “parrhesia” sözcüğü de retorikten farklı, dinleyici üzerinde hâkimiyet kurmadan ve oluşması muhtemel suiistimallerin önüne geçerek dolaysız bir biçimde hakikat aktarımını ifade etmektedir.
Foucault da net bir insandır, onu da sevmekteyiz…
Elbette sosyal bilimlerde anlam ayrıntılarının, temsil ve metafor mantığının insanlığı kurtaracağına inanan yaklaşımlar da çok fazla. Onlara göre kelimeler bir anlam taşırken aynı zamanda anlamı insandan gizlemektedir. Kelimelerin mecaz karakteri ile ilgili olan bu durum iyi ve güzele ulaşmada yeni ufuklar açmakta; örneğin efsane ve mitler, masallar bu metotla şekillenmekte, son tahlilde ise kelimelerin esası iyi ve güzele ulaşma yönelimini gerçek gibi algılatmaktadır. Bu yaklaşımların ucu “dünyayı sanat kurtaracak” yaklaşımına kadar gider… Kurtaracak mı kurtarmayacak mı bilinmez. Ancak kaos düzeninin “sanatın rahmi” olduğu kesin; dünyanın kurtarılması ise daha “reel” olmaktan geçiyor. Bu yüzden 19.yüzyılın ortalarında Avrupa’da günah çıkarırcasına realist sanat ortaya çıkmış…
Demokrasininin en büyük handikapı
Bahsettiğimiz tüm bu saptamalar aslında demokrasinin de aşamadığı bir handikaptır. Antik Yunan retoriğinden başlayan ve popülizmi besleyen yüzyıllardır süregelen bu sorun; toplumsal kamplaşmalara, dini ve milli değerlerin sömürülmesine de zemin hazırlamaktadır. Özellikle seçim dönemlerinde “Kim kime daha iyi laf soktu” yarışmasını beraberinde getirmekte, ülke sorunlarını çözmek için kimin daha iyi projeler vadettiğine dair tutumları geri plana itmektedir. Zaten ekonomik, siyasi ve sosyal anlamda içinde bulunduğumuz açmazların en büyük nedeni de bu popülist tahakküm değil midir?
Siyasette netlik
Koşullar, siyaset kurumunu da netliğe itmiyor değil… Merhum Demirel’in temsil ettiği totoloji siyaseti, halkın kronikleşme eğilimine giren sorunları karşısında iflas etmek üzere; zira artık kitlelerde bir heyecan uyandırmıyor. Sözel üstünlük sağlamak adına bin bir türlü kelime oyununa giren politik retorik, sosyal medyanın da etkisi ile günümüzde çok çabuk tüketiliyor, “Siyasi tarihe damga vuracak” bir söylem haline gelmiyor.
Mevcut tabloda iş bilen, kılıç kuşanan teknokrat yapıda siyasiler, yakın dönemde yükselişe geçecek gibi gözüküyor. Siyasetçinin “halktan, halkın dilinde anlayan biri” olmasından ziyade “halkın sorunlarını çözecek biri” olması evvela hale geliyor… Retorik üstadı Erdoğan sonrası dönem için AK Parti camiasında zikredilen isimler de bunun ispatı değil mi? Hakan Fidanlar, Selçuk Bayraktarlar… Muhalefette de durum farksız değil, kulislerde konuşulan isimler bu profille öne çıkma eğilimine girdi bile…
Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu koşullar göz önünde bulundurulduğunda, 2028 seçimlerinde “netlik” kazanacak gibi gözüküyor… Sorunların buz gibi ortada olduğu ve seçmenin ne istediğini bildiği bir tabloda, gerilim de azalacaktır, “normalleşme” de sağlanacaktır diye umut ediyorum.
Enseyi karartmamak gerek…
Sevgi ile kalın…