Özel kalemlere sığınan devekuşları
“Yüksek cesaretle yüksek akıl çok ender olarak bazı kişilerde bir araya gelir, yine çok ender olarak bazı siyasi örgütlerde birleşir. Akılla yüksek cesaret birleştiğinde işte bu bir tür yüksek insanlıktır, gerçek özgürleşmedir, ermişliktir” der, değerli romancı ve düşünür Kaan Arslanoğlu.
“Yüksek cesaret ve yüksek akıl”... Biz alçağına da razıydık ya, onu da göremedik.
Kaçtılar, korktular, özel kalemlerin arkasına sığındılar devekuşları misali... Düşünemediler, ayıp denen bir şey var diye... Makam ve gelecek kaygıları, akıllarını da aldı başlarından. Hak verdim Montaigne’ye ve Osman Şahin’e, bunların bu acıklı ve alçaltıcı hallerini görünce:
“Korku insanın aklını alır.” Montaigne
“Korku düşünmenin katilidir. Korku, açan çiçeğin üstünden tank paleti geçmesidir. Korku yalanın anasıdır. Korkunun olduğu yerde yaşam olmaz.” Osman Şahin
Evet doğru, insan suretinde birileri olsa da, yaşam belirtisi yoktu o gökdelende; korku vardı, kaygı vardı, ipotekli ruhlar vardı.
“Yüzlerini alıp” savuşuyorlardı Bayburt deyimiyle
“Kaçarak özgür olunmaz” diyordu Osman Pamukoğlu, onlar, duymamak için bu bilge sözünü, kulaklarını tıkıyor “Bize ne özgürlükten, bize rehinli mebusluk yeter” diyerek yağlıyorlardı tabanları.
Mao düştü yâdıma bu taban yağlamalara bakınca: “Korku çözüm değildir. Ne kadar çok korkarsan o kadar çok hayalet seni ziyarete gelecektir.”
Gelir gelir... Bir gece ansızın da gelir, çatkapı da gelir, davulla zurnayla da gelir... Korktuğunuz gelir, yani belâ gelir o idraksiz başınıza...
Muhbiriniz olur o korku, Bosna-Hersekli Yazar Meşa Selimoviç öyle der: “Korku en kötü muhbirdir.” O muhbire öyle gizler verdiniz ki ananızı ağlatacak, çıldırtacak sizi.
Ne istiyorduk sizden? Size güç vermek istiyorduk, istediğimiz Oğuz Kağan’ın istediğiydi:
“İki her zaman birden iyidir, düşerse biri diğerini kaldırır. Birlik güçtür, güç boyun eğmemektir.”
Oğuz’a değil içinizdeki tilkilere uydunuz, gücü hiçe saydınız...
Mert olamadınız... O büyük bilgenin sözünden de haberiniz olmamıştır muhtemelen: “Hayat oyununu mertçe oynayalım” der Muhammed İkbal.
Oynayamadınız...
Abdurrahim Karakoç’a hak verdirdiniz bir kez daha:
Doğru dürüst bir hâlleri bulunmaz
İhanette ihmalleri bulunmaz
Kalleşlikte emsalleri bulunmaz
Mertlik denen bir silahtan korkarlar.
Bu bile az... Hep o, “takıntı ve kuruntu” tutsağı adamın beynine bağlı yaşadınız, dumura uğradı algılarınız...
O adam... Az daha açayım onun beynini: O adam, milyon milyon çileyle örülmüş partinin yumuşak köşe minderi, boş dağarcıkların şişirme kanaat önderi, yaban niyetlerin gönderidir de, öz fikirlerin enderi, bu halkın kalenderi değildir.
Ve sizi bağladı o, en zayıf yerlerinizden en güçlü bağlarla...
Epikriziniz bu işte sizin, artık teşhisiniz daha kolay konulacaktır, anlamak istemeyenler de anlayacaklardır ne halde, ne hayalde ve ne yolda olduğunuzu...
Bize gelince biz işte böyle olacağız, Behçet Kemal Çağlarca:
Dışardan herkes:
- Görmemiş ol, sıvış..
İçimden bir ses:
- Konuş! Konuş! Konuş!
Dışardan herkes:
- Böyle uslu, yavaş..
İçimden bir ses:
- Savaş! Savaş! Savaş!
Dışardan herkes:
- Tıkırında işin..
İçimden bir ses:
- Düşün! Düşün! Düşün!
Dışardan herkes:
- Bugüne uy, barın..
İçimden bir ses:
- Yarın! Yarın! Yarın!.