Meslektaşlardan birinin şu cep telefonlarının henüz hayatımıza dalmadığı zamanlarda, eşi rahatsızlanır. Devletin eline düşmek bir hasta için tehlikeliydi o zamanlar. Zira sağlam giden sakat çıkabilirdi. Ayrıca sıra gelene kadar öteki cenaha göçmek de vardı işin içinde. Meslektaş, kendisine epey uzaktaki bir özel hastaneyi arar. Hattın öbür ucundaki muhatabına kibarca, "Acaba sarı basın kartı indirimi var mı hastanenizde..." der. "Elbette" der muhatabı kadın, "Siz eşinizi alıp geliniz, o meseleyi hallederiz, merak etmeyin efendim..."
Yola çıkarlar. Bir yandan ısdırap çekmekte olan eşini teselli etmeye çalışırken, diğer yandan da "Umarım bu hastane masrafı için evi satmak zorunda kalmayız" diye söylenmektedir içinden. Tedirginlik, eşe acıma, trafiğe sövüp sayma, ter, endişe canını yeterince yakar yol boyu. Ve hastanenin kapısından içeriye süzülürler eşiyle birlikte.
Kayıtta ve müşteriyi (hasta oluyor bu şahıs) karşılama servisinde topu topu üç görevli var. Üçü de kadın. Kendini tanıtır meslektaş. Ne için orada olduğunu anlatır çabucak, telaşla. Notlar alınır, pek de acele etmeden. Meslektaş, gerilir yavaş yavaş. Sonunda iş basın kartı indimine gelir. Ve bingoooooo... Kadınlardan hiçbiri meslektaşla konuşmamış! Sizinle mi konuştum, hayır... Ya sizinle hanımefendi? Yok canım... Peki sizinle? Hayır efendim, ne münasebet! İşte tam da aklı başında bir insanın tepesinin atma zamanı... Gazeteci delirerek gürler: "Üçünüzden başka çalışan var mı bu servislerde?"
Aldığı yanıt endişeli bir "hayır"dır. "İyi de o zaman hiç birinizle konuşmadıysam, bu randevuyu kimden aldım ben? Kiminle konuştuysam, basın indirimini de ona sordum..."
Ve bir anda olması gereken olur.
Yetkili olduğunu belli eden bir doktor fırlar bir kapının ardından. Meslektaşın gürlemesi karşısında, yelkenler suya iner hemen. Görevliler azarlanır, basın indirimi "derhal" yerine getirilir. Hasta gereken ihtimamı görür. Ve sonra kapıya kadar da uğurlanır...
***
BEYEFENDİ
Elde kürekle derin düşünceler...
Kendini bildi bileli; olabildiğince açık, yalansız, dolaysız, yalın, yalana ihtiyaç duymayacağı bir yetkinlikle, anlaşılmayı bekleme yerine önce kendini anlatarak, lafı eğip bükmeden yaşamaya çalıştı. Ve bunca açıklığa rağmen, ilişki kurduğu insanların neden kendinisini anlamadığına akıl sır erdiremedi. Karşısındakinin en net olanı bile nasıl anlamadığına hep şaşırdı. Ve zamanla kendini tümüyle ortaya koymak, duygularını umuma açmak galiba pek de matah bir şey olmasa gerek noktasına kadar geldiği zamanlar oldu. Ancak karakterinden kaçamıyordu insan ve bu onun için de geçerliydi. Açık, net, yalansız, yalın biriysen hep öyle kalıyorsun, çok arada bir yalpalamaların olsa bile.
Evinin avlusunda, İSKİ'cilerin boru hattını onardıktan sonra bıraktıkları çamurlu hendeğin başında sandalyede, enkazı nasıl kaldıracağı konusunu sorarken kendine aklına geldi bunlar.
Tam da yeri diye delimsek bir gülüş belirdi hemen sonra yüz hatlarında. Ama adamlara derdini çok net anlatmıştı oysa. Azıcık duyarlı olsalar diye geçirdi içinden, bu namussuz hendek en azından bu kadar büyük olmayacaktı. Sonra daha bir saat önce tanıdığı İSKİ çalışanını bir yana bıraktı. Kendisini anlamasını bekleyemezdi, her şeyi net olarak açıklasa da. Peki, ya en yakınımdakiler diye söylendi birkaç kez, onlar neden bu kadar yabancı iç dünyama? Oysa her şey o kadar açık ki! Neden anlaşılmıyorum? Geç diyecekti ki bir şey durdurdu onu sanki.
Ve bir soru daha. Normal bir insanın çok da kafasına takmayacağı bir konuyu saatlerce zihninde evirip çevirmek, ille de aydınlatıp, dibine darı ekmek şart mı? Değil derken ayağa kalktı. "Ama konu mühim" diye söylendi, "zira kurduğum bütün ilişkilerin temelinde bu anlaşılmak yatıyor. Ancak burada yatan bir şey daha var." Ve şöyle devam etti:
"Bu iş çözümsüz usta. Beni bu hayatta hiç kimse, ki buna kendim de dahilim, asla tam olarak anlayamaz. Dolayısıyla da hiç kimse benimle tümüyle yalın bir ilişki kuramaz. Hayat bu. İşte bu da seni mutsuz edecek bir anahtar Beyefendi..."
"Kafam da, bu işler de karışık" dedi sonra bezgin bir tavırla ve kardığı harca daldırdı elindeki küreği...
***
FOTO HABER
foto
oku
Ne zaman birisi "Türkler kitap da gazete de okumaz" diye söylense, uzun yıllardır aynı yanıtı veririm: "İyi de biz bu millete ona dokunan, hayatına değen, okunmaya değer kıymetli gazeteler ve kitaplar verdik de okumadı mı? Görevimiz, iyi bir eser ortaya koymaktır. Ha, o iyi eser ortaya çıktıktan sonra, halk yine de ilgilenmiyorsa, ancak o zaman laf etme hakkımız doğabilir..."
Kitap Fuarı'ndaki bu çocuklara bakın... Ne yapıyorlar acaba? Bayanlar ve efendiler, insanlar okur. Yeter ki bizler değecek ürünler verelim. Önce bunu yapalım...
***
İŞTE O KADAR
Bozuk para insanın cebini, bozuk insansa kalbini deler. İkisini de harcayın gitsin...
Tolstoy
***
OKUYUNUZ
foto
kimikitap
İyi bir kulağı ve muazzam bir yaratıcılık gücü olan ödüllü yazar Nadine Gordimer, "Kimi Güzelliklere Doğar" adlı eserinde, sıradan öykü kahramanlarının seslerinden -Mozambik'te iç savaştan kaçan mülteci bir çocuk, siyah bir örgüt üyesinin daha güzel günler bekleyen kaçak eşi, gayri meşru siyah oğlunun ölümüne tepki gösteren beyaz bir çiftçi- tek bir notada bile hata yapmayan bir orkestra sunuyor bizlere...