Oyunu kuran değil, bozan... / Halim Bahadır

Oyunu kuran değil, bozan... / Halim Bahadır

Şu fani dünylada bir baltaya sap olamadığını biliyordu orta yaşlardaki adam.

Yeteneklerinin sınırlı olduğunu, sabırlı olmadığını, tembellikte sınır tanımadığını, aldığı hemen her kararın hatalı olduğunu bilmese bile seziyordu. İki kez evlenip boşanmıştı. Belki de ileride eserim diyerek gurur duyacağı çocuğu da yoktu. Üniversite bitirmiş bu adam, ancak hep değindiği gibi, "gereğini yerine getirememiş", yani hayatında anlamlı hiçbir şey gelmemişti elinden. Kimseye zararı yoktu. Biraz gölge gibi biriydi. Yarı şaka yarı ciddi adam diye takılırdım ona yarenlik ettiğimiz zamanlarda. Gülerdi. Yine kendi deyimiyle "sıradan bir memur olarak" yaşayıp gidiyordu işte. Sonra ne olduysa yıllarca görmedim bu faniyi. Son buluşmamızda epey farklıydı. Saç sakal ağarmıştı elbette, bir kısmı değirmende, kalanların ise hayat gelmiş hakkından.

"Şu hayatta altına göğsümü gere gere imzamı atabileceğim tek bir başarım yok, biliyorsun hoca" dedi bıkkın bir tavırla.

"Milyonlarca insanın yok" dedim.

"Ama artık benim olacak, hatta oluyor bile" dedi bu kez kararlı bir ses tonuyla.

"Nasıl yani" dedim.

"Ben" dedi, "santranç oyuncusu değilim. Zeki de sayılmam. Ama iyi bir karıştırıcı, bozucu olabilirim. Onu anladım birkaç yıl önce."

"Nedir bu şimdi" dedim.

"Karıştırıcı işte" dedi, "oyun kuramıyorsan kurulan oyunun ortasına dalarak bozacaksın efendi."

"Allah Allah... Yahu bunun dünya kadar riski var, deli misin sen? Ki, riski de hiç sevmezsin" diye tersledim hergeleyi.

Keyfi yerine gelmiş gibiydi. "Riski alırım artık hoca" dedi keyifle, "zaten şunun şurasında ömürden ne kaldıki geriye."

"Peki kurulan oyunu bozsan ne olacak? Riske değer mi" dedim.

"Değer" dedi arkasına yaslanarak, "hiçim ben biliyorsun işte. Ama profesyonel karıştırıcı olarak bir adım olacak ve gölge olmaktan kurtulacağım"

"Kararlı mısın bunda" dedim.

"Elbette" dedi.

Umarım ettiğimiz lafları kimse dinlemiyordur diye çevreme şöyle bir göz gezdirdim...

***

BEYEFENDİ

Çalışma yaşamı ne ola ki?

Sabah sabah pek de keyif almadığı işine zamanında varabilmek için aceleyle fırladı evinden ve yollara düştü Beyefendi. Otobüs, tren ve en az on dakikalık bir yürüyüş bekliyordu onu.

Otobüs kalabalıktı ve genç kız gurubunun ortasında kalmıştı. Oradan çıkmak zorundaydı. Zira en küçük bir istemsiz temasta bile birisi tersleyebilirdi. Zar zor kurtardı kendini ve bir köşeciğe çekildi. Ter içinde indi otobüsten bir süre sonra. Trene binecekken, parmağında gümüş yüzük olan gençten bir adam kibarca kenara çekilip geçmesini istedi. Huzurla gülümsedi yola çıktığından beri ilk kez Beyefendi ve teşekkür etti. Trende hemen herkes kendi dünyasındaydı ve ellerindeki telefonda yepyeni keşifler yapar gibiydiler. Trenden indi ve artık yola koyulmak zamanı diye mırıldandı. Hızlı yürümeye gerek yok dedi sonra ve yavaşlattı adımlarını. Aheste en iyisi... Yol kıyılarındaki çimenlerde uyuyan, mahmur, birbirine cilve yapan köpeklere baktı. Okul yoluna bile neşeyle çıkmayı başaran gencecik sevgililerin gülüşleri çalındı kulağına hemen sonra. Gençlik diye geçirdi içinden birkaç kez, keyfin hüzünle harmanlandığı bir ses tonuyla. Nihayet iş yerinin bahçesine adım attı. Kediler diyarı burası dedi sonra. Ne güzel, özel hayvanlar... Kendilerinin efendileri. Hiçbir şey yapmadan, birkaç miyav ve sevimlilik gösterileriyle hayatlarını gayet keyifle sürdüren canlılar. Ne ilginç bir durum...

Binadan içeriye girdi. Bilgisayarını açtı. Birkaç sitede haber taraması yaptı. Sonra arkasına yaslandı. İnce belli bardaktan bir yudum çay aldı.

Ve dedi ki:

"Otuz yıl önce işe başladığımda aldığım maaş kadar alıyorum şimdilerde de. O zaman da hiçbir şeyim yoktu, şimdi de... Çalışma yaşamı denen şey ne ola ki?"

Arkasına yaslandı. Ve kedileri düşündü...

***

İŞTE O KADAR

Aldatılmanın en iyi yolu, kendini herkesten kurnaz sanmaktır.