Onlar Emile Zola'ysa ben de Goebbels'im!
2007 yılından bu yana, Türkiye'de bir avuç gazetecinin hatırlatmaktan bıkmadığı, dolayısıyla -en azından bu gazetenin okurları için- hiç yabancı/yeni olmayan, daha önce muhtemelen onlarca kere okuduğunuz bir hikayeyi, bugün yeniden paylaşacağım sizinle;
Öncekilerden farklı olarak bu defa Zaman yazarı Abdülhamit Bilici'nin kaleminden:
"Güzel ülkemizi esir alan iç karartıcı havaya rağmen Emile Zola'nın 125 yıl önce altını çizdiği şu gerçeği herkese hatırlatarak başlamak isterim: "Gerçek yürüyor ve onu hiçbir şey durduramayacak..."
Ünlü Fransız romancı Zola'nın bu sözü dile getirmesinin nedeni, Alfred Dreyfus adındaki bir Fransız yüzbaşının başından geçen acı ve ibretlik hadiseydi.
Dreyfus, Fransa'da Yahudi düşmanlığının tırmandığı dönemde, Yahudi bir aileden gelmektedir. Acı olay, Paris'teki Alman elçiliğinde hizmetçi olarak çalışan Fransız gizli servisine bağlı bir kadının çöp sepetinde bulduğu imzasız mektubu üslerine göndermesiyle başlar. Alman askeri ataşesine yazılan mektupta Fransa'ya ait bilgilerin verilmesi vaat edilmektedir. Fransız Genelkurmayı'nın başlattığı soruşturmada şüpheler Dreyfus üstünde toplanır. Suçlama ağırdır: Casusluk ve vatana ihanet.
İktidara bağımlı medyanın, subayın etnik kimliğini öne çıkaran haberleri sonucu Dreyfus tutuklanır. Oysa 1 ay süren hazırlık soruşturmasında aleyhine bir delil bulunamamıştır. İşin aslı, ne bulunan kâğıtlar ona aittir ne de Almanlara verildiği iddia edilen bilgilerden onun haberi vardır. Dreyfus, her duruşmada belgenin kendisine ait olmadığını söyleyip kâğıtların mahkemeye getirilmesini istese de bu talebi hep reddedilir. 1894'te müebbet hapisle yargılanmaya başlar. Kâğıtların üzerindeki bilgileri kimin yazdığı ve sızdırdığı ortaya çıkmasına rağmen bunu yayınlayacak ne özgür medya ne de bunları mahkemeye getirecek yürekli bir hâkim veya savcı vardır.
Ayrıca bu Yahudi'ye 'haddini bildirmesi' için gereken her şey hazırlanır. Savaş Bakanı General Mercier, istihbarat servisinin Dreyfus hakkında hazırladığı 'gizli' dosyayı, sanığın ve savunma avukatının haberi olmadan gizlice askerî yargıçlara gönderir ve yargıçlar da savunma hakkını ve muhakeme usulünü hiçe sayan bu durum karşısında üç maymunu oynar.
22 Aralık 1894'te mahkeme, kararını açıklar ve Dreyfus, oybirliğiyle vatana ihanetten müebbet hapis cezasına çarptırılır. Rütbeleri sökülür. Cezasını çekmek üzere Fransız Guyana'sındaki korkunç bir yer olan Şeytan Adası'na gönderilir.
Dönemin aydınlarından biri olan Emile Zola ve başka demokrat insanların gayretiyle Dreyfus, 1899'da yeniden yargılanma hakkını elde eder ama bir şey değişmez. Fransa Genelkurmayı, basınla işbirliği halinde Dreyfus'un suçsuz olduğunu ispatlayacak girişimlerin önünü kesmeye çalışır. Mahkumiyete dayanak teşkil eden belgedeki el yazısının gerçekte başka birisine ait olduğunu ileri sürenler, ya sürgüne gönderilir ya da yargılanmaya başlanır.
(...)
Fransa'da toplumsal gerginlik had safhaya ulaşır. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı, af yetkisini kullanarak Dreyfus'u bağışlar. Cezasını bitiren subayı karşılayanlar, "Yaşasın Dreyfus!" diye bağırınca o şöyle cevap verir: "Hayır, yaşasın hakikat!"
Gerçeğin ortaya çıkıp subayın aklanmasında en önemli rolü oynayan Emile Zola (...)şöyle diyordu: "Aşağılık basının azgınlığını gördük... Ne yazık ki, bu eskimiş kalem tartışmacılarının, bunak kışkırtıcıların, yurtsever geçinen dar kafalıların beyinleri, suçların en kirlisini işlemiş, kamu vicdanını karartıp, tüm halkı şaşırtmaya çalışmıştır. Yalan, lekeleme, gammazlık doğal olgular haline getirilmiştir. Tüm bunlar çağımızın yüz karası olarak kalacaktır... En sonunda, yüksek basının, ciddi ve onurlu diye adlandırılan basının da tüm bunlara kaygısızca yardımcı olduğunu gördük. Zehirli ırmak yanlarından aktığı halde kıllarını bile kıpırdatmadılar. Tarafsızlıktı bu. Ama ne anlamı vardı? Bir tek namuslu ve soylu ses çıkıp da insanlığın ve hakarete uğrayan adaletin yanını tutmamıştır." Bu tablo, son dönemde ülkemizde her kesimden insanın linç edilmesi karşısında toplumun, medyanın ve aydınların zavallı tutumunu hatırlatmıyor mu?"
Evet hatırlatıyor...
Ve tam da bu yüzden, "gerçek yürüdüğü ve hiç kimse ortaya çıkmasını engelleyemediği" için yani, yani artık herkes Türkiye'nin "Dreyfus Davaları"nın kimler tarafından, nasıl kurgulanmış "kumpaslar" olduğunu bildiği için, bu topluma Emile Zola'cılık taslayabilecek son adres sizinki Sayın Bilici!
Bugün "FETÖ; PDY" iddialarıyla cezaevlerine atılanlar arasından da "Dreyfus"lar çıkar mı bilemem; öyle olup olmadıklarını öğrenebilmemiz için "adil" yargılanmalarını, hukukun kendisini ihanete uğramış hisseden "iktidar"ın elinde -bir kere daha- intikam silahına dönüştürülmemesini dileyebilirim sadece, canı gönülden!
Ve fakat iş Emile Zola olmaya gelince, "iktidarın hukuksuzluklarına karşı çıkan Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak, Hasan Cemal, Fethullah Gülen, Taha Akyol, Kazım Güleçyüz ve Zaman'ın cesur yazarları gibi Emile Zola'lar var" cümlesine kargalar bile güler bu ülkede!
Ne sizden, ne yüzlerce "Dreyfus"un yıllarca haksız-hukuksuz şekilde cezaevinde tutulması kumpasının medya ayağındaki temel aktör olan Taraf'ın -o dönem- başında bulunan Ahmet Altan'dan, ne "cımbızlama" yöntemiyle, gerçeği çarpıtarak bizim "Dreyfus"lar hakkında yapmadığı algı operasyonu, yaratmadığı bilgi kirliliği kalmayan Nazlı Ilıcak'tan, ne zulmü "askeri vesayet gidiyor ileri demokrasi geliyor" diye alkışa boğan Hasan Cemal'den Emile Zola olur...
Onlar çağımızın Emile Zola'larıysa ben de Goebbels'im!