Omurgalıymışsın ki kırıldı!
Sene 2015.
Ve hâlâ bu ülkeyi yönetenler de, yönetmeye talip olanlar da vaat ede ede en fazla "demokrasi" vaat edebiliyorlar bize!
Şu ana kadar çıtayı en yükseltebildikleri yer;
Sosyal devlet!
Normali, rutini, zaten olması gerekeni oldurmayı marifet sayan bir çapsızlıkla kuşatılmış haldeyiz.
Hakkımız olanı "bahşediyormuş" gibi sunan kibir abidelerinin arasında her gün biraz daha fazla yok sayılıyor "haysiyet"imiz.
Önceki gün bize biber gazı yemeyeceğimiz, eski 4 derecede TOMA tazyikinden zatürreye tutulmayacağımız -tuttuğumuz takımın maçını izleyebileceğimiz mesela- işte böylesine hür(!) bir Türkiye'yi inşa için iktidara talip olduklarını anlatan ana muhalefet liderini dinlerken dökülmüştü dudaklarımdan:
- Hangi çağdayız!
Aynı günün gecesi cevabımı aldım:
- Karanlık çağdayız!
-Şimdilik- Şato hapishanelerine, asma kafeslere tıkılmıyoruz belki... Belki -henüz- kazığa oturtulmuyoruz, iç organlarımızı sökmüyorlar, haşlanmıyoruz kaynar suda, kızartılmış demir kasklara sokmuyorlar kafamızı, germe tezgâhlarına çivilenip bedenimizden ayrılmıyor kolumuz, bacağımız, derimiz yüzülmüyor; kafamızın gözümüzün kırılmasıyla kurtarıyoruz!
Ama otopsi değil de darp raporu alıyor olmamız değiştirmiyor varlığını "engizisyon" kafasının;
Zifiri zindanlardayız işte!
***
Ahmet Hakan'ın saldırıya uğramış olması da tek başına yeterince korkunç ama, daha da ürküteni, insanların "olabilir dövülebilir", "olabilir sövülebilir", "olabilir zulmedilebilir", "olabilir tehdit-şantaj edilebilir", "olabilir hapsedilebilir", "olabilir öldürülebilir" bir ülke haline dönüşmüş olması Türkiye'nin.
Ahmet Hakan'a kimin saldırdığı da elbet önemli ama asıl önemlisi azmettirenlerin kimliği. "Git ve zamanında atmadığımız dayakları at" emri vereni kast etmiyorum sadece; hem Ahmet Hakan'ı hem bütün diğer gazetecileri "makul-meşru hedef" haline getiren dil ve üslupta ısrar eden herkes ortak bu suça.
Sorumluluk makamında oldukları için önce AKP'yi eleştiriyoruz ama bu "cüret", bütün siyasi, ideolojik, kamu, sivil fark etmez kurum ve kuruluşlara hızla yayılan bir virüs halini almış durumda.
Dün, CNNTürk canlı yayınında Başak Şengül "siyaset cephesinden de kınamalar var" deyince şaşırarak "Kim kınadı siyaset cephesinden?" dedi Sedat Ergin? Onun nezaketi elvermeyebilir ama ben şunu da eklerdim:
- Hangi yüzle?
Gazetecileri "ortadan kaldırma", "yok etme" tehditleri savuran tetikçilerin, gazete basan, taşlayan, cam-kapı kıran şehir eşkıyalarının, insanların bileklerine manşetten kelepçe takan medya yargıçlarının "patronu", "işvereni", "hamisi" konumundaki hiçbir siyasinin, hiçbir kınaması "sahici" olamaz; sahiden kınıyor olsalardı bu "vur-kır-parçala; bu maçı kazan" tarzını, dün itibarıyla gözdağı vermekten, hedef göstermekten, yargısız infazdan, tekme-tokattan sorumlu ne kadar "eleman"ları varsa hepsini kapının önüne koymuş olurlardı... Hani?
İktidarın "kendinden olmayanı hain ilan etmeye ayarlı" idare tarzını eleştirenlere bakıyorum... Bize dönüp de "onu alma beni al" diyenlere... Onlar da aynı:
Onu niye yazdın?
Bunu niye çizdin?
Şunu niye eleştirdin?
Bunu niye eleştirmedin?
Onunla niye konuştun?
Onlar da günde beş vakit bağlılık bildirmeyeni hain ilan etmeye meyilli... Onlar için de gazeteci olarak kabulün ön şartı alkış, alkış ve daha çok alkış; istersen gözünün üstünde kaşın var de bakalım, onlar için de yılan, çıyan, çakal, düşman, hasım, şer odağı olursun kolayca... Onlar da niyeyse karşılıksız sevgi, karşılıksız saygı ve daha garibi biat bekliyorlar; karakterinin, onurunun, kaleminin üzerinde istedikleri kadar tepinebilme özgürlüğüne sahip olduklarına inanıyor onlar da... Lafta hepsi en demokrat, en basın özgürlüğünden yana, en tahammüllüler de; yalanlayan icraatlarını hepimiz, her Allah'ın günü yaşıyoruz işte gözünüzün önünde... En "tarafsız olun" diyen bile "benden taraf ol" diyor alt metninde... Bir tık berbat olanı; ondan taraf olan, onun iyiliğine yazdığında bile tüüü, kötü "gerçek"ler... Herkes kendi yalan dünyasında mutlu ve hiçbir doğrunun çomak sokmasını istemiyor oraya!
Yeter ama!
Siz kimsiniz, kim olduğunuzu zannediyorsunuz ya!
"Medya" olarak "hükümet yıkar hükümet kurarız" deme densizliğini yapmam asla fakat Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak konuşursam:
Siz muhtaçsınız bana, oyuma... 30 gün el pençe divan kıvranacaksınız işte karşımızda!.. Tapusu bizde olan, vekaleten oturduğunuz koltuklarda neyin afrası, neyin tafrası, neyin kabadayılığı bu!
O kendinizce had bildirdiğinizi zannettiğiniz gazeteciler var ya; duyduklarını, gördüklerini yazarken bir vicdan süzgeci kullanmasa, kendilerini "kamu"ya sorumlu sayıp da "devletin ali menfaatleri", "ülkenin içinde bulunduğu şartlar", "millî birlik-beraberlik" vs. diye frene basmasa, onlar da sizin gibi hırslarının, ihtiraslarının kurbanı olsalar çoğunuz insan içine çıkamazsınız farkında değil misiniz!
Niye gazeteciler size yaranmak mecburiyetinde olsun! Niye elmasını kızartmaya çalışan ilkokul öğrencisi gibi aferin kapmaya çalışsın!
Hakikaten merak ediyorum ne zannediyorsunuz?
Bu ülkenin vatandaşları sizi sandığa gömse, o cafcaflı siyasi unvanlarınızı çıkarınca ne kalacak çoğunuzdan geriye! Kaçınızın, hangi alanda, ne kadar karşılığı, saygınlığı var! Sıfatlarınızın yüzü suyu hürmetine gösterilen tahammülün sınırlarını zorlamayın bence!
Yoğurt mu yersiniz, süt mü içerseniz bilmem ama tez zamanda kurtulun şu iktidar zehirlenmesinden! Germeyin. Tahrik etmeyin. Ha bir de "kimler geldi kimler geçti" şarkısını dinleyin!
En baştan alalım şimdi;
Biz gazeteciyiz. Görevimiz sizi denetlemek. Bu size işinizi öğretmek değil kendi işimizin gereğini yerine getirmek! Ha ama siz kalkıp da "öyle yazamazsın, böyle çizemezsin" derseniz işte o zaman siz bize iş öğretmeye kalkmış olursunuz ki; reddederiz!
Nokta. İşinize gelirse...
Ve bu yazıya vesile olan sevgili Ahmet Hakan;
Ne mutlu sana!
Bir omurgan var ki kırıldı; ya olmasaydı...