Ölmedik mi sahi; Neden yaşayamıyoruz peki!
Ankara'da yaşayan arkadaşımla, Ankara'dan çok uzakta, Türkiye'nin bir ucunda yoldaydık, haberi aldığımızda.
Babası aradı:
- İyi misin?
Sonra o, tam da o saatlerde Ankara'ya varmış olması gereken eşini aradı:
- İyi misin?
Bir daha yol/gece boyu susmadı zaten telefonu;
Ondan haber aldın mı, şunun nerede olduğunu biliyor musun, buna ulaşabildin mi?..
Tıp dünyasından işinin ehli bir uzman söylesin de öğrenelim;
İnsan kalbi ömrü boyunca kaç kere kaldırabilir bu yürek çarpıntısını? Kaç kere dayanabilir insan böylesi bir endişe, korku, panik, çaresizlik, acı yüklemesine?
Ankaralılar bunu 5 ay içinde 3'üncü kere yaşadılar; "daha kaç kere yaşayacağız" düşüncesi kaç gün, kaç ay, kaç yıl çalar hayatlarından? Kaç yıl erken yaşlandırır? Kaç yıl "ölü gibi" yaşatır? Kaç yıl sonra "hayata döndürür" yeniden?
Beynimiz, damarlarımız, ciğerimiz, böbreğimiz, dalağımız, elimiz, kolumuz, ayaklarımız ne yapar mesela, neler biriktirir içinde böyle durumlarda;
Kanser mi? Paranoya mı? Felç mi? Obsesyon mu? Depresyon mu?
Ne zaman kusar bunu?
***
Bir gün her şey geçip bitse bile -geçen yıl geçirdiğim ve Ankara'daki katliamla asla kıyaslanamayacak trafik kazasının bile bırakabildiği tedaviye muhtaç izlerden biliyorum- çok uzun bir zaman geçmeyecek toplumda oluşan, belki şu an çoğumuzun oluştuğunun bile farkında olmadığımız travmanın izleri. Kiminde üç yıl sonra gösterecek etkisini, kiminde beş... Kimi yarından itibaren uyuyamamaya başlayacak, kimi otobüse binememeye başladı bile belki dünden beri... Kiminde telefon sesi fobi olacak, kiminde siren; kimi gök gürültüsünde kalp krizinin eşiğine gelecek, kimi ani bir frende her seferinde...
İki gündür yine "yılmama, yıkılmama" telkinlerinde bulunanların gözden kaçırdığı ayrıntı bu işte;
Yıkılmayalım tamam da bu "yük" fazla bu bedene. Taşıyamıyor; akla, mantığa, bilime aykırı zaten; mümkün değil onlarca yıllık beceriksizliklerin, basiretsizliklerin, gafletin, ihanetin -devletin bile taşırken yalpaladığı- bedelini milletin, fertlerin sırtlayabilmesi!
***
Hem yol şartlarından, hem peş peşe gelen yayın, erişim yasaklarından ilk anlarda tam olarak hâkim olamadık ne olduğuna. Sonra, MHP'yi takip eden gazetecilerin kendi aralarında oluşturdukları bir "iletişim ağı" var; oradaki yazışmalardan öğrendim; neredeyse bizim "ailemiz" de bir eksilecekmiş Kızılay'da... Biz de Karşıkaya Camii'nde sıra sıra tabutların arasından "bize ait olanı" bulmaya çalışacakmışız; vedalaşmak için arkadaşımızla, anılarımızla...
Ramak kalmış meğer...
Umut Erdem, Hürriyet Gazetesi'nin parlamento muhabiri. Günümüz medyasının "nesli tükenmeye yüz tutmuş" gazetecilerinden; olay neyse eğmeden, bükmeden, eksiltmeden, abartıp üzerine katmadan "olduğu gibi" aktarabilen, "sahici" habercilerinden biri. Genç, muhtemelen ileride daha çok, daha sık zikredilecek ismi. (Bugün "ardından" yazıyor olmadığıma şükrederek, değerlerimizin kıymetini hayattayken bilme ve bildirme alışkanlığı kazanmamıza katkısı olur umuduyla özellikle yazmak istedim bu cümleleri...)
Umut da Kızılay'daymış patlama saatinde; metrodan çıkıp otobüse binmek için durağa gidecekken arkadaşlarının doğum günü olduğunu hatırlayıp, hediye almak için AVM'ye yönelmişler eşiyle.
Sonrası malum...
Önce AVM'de bomba patladı ve çatı uçtu sanmışlar; öyle bir gümbürtü... Mağazalara kaçışan insanlar... Çığlıklar...
"Geçmiş olsun" demek için aradığımda hâlâ sesi titriyordu, ki zaten sanıyorum dehşete vakıf olup da sesi, yüreği titremeyenimiz de yoktu artık o dakikalarda;
"Böyle işte" dedi;
"İşe giderken, eve dönerken, yemeğe çıkarken, sokakta yürürken, otobüs beklerken; her an ölebiliriz... Artık böyle..."
Velhasıl;
Ölmesek de yaşayamadığımız günler...
***
Tam bizim Umut'umuz ölmedi diye sevinmekle bir toplumun her geçen gün biraz daha tükettikleri umutlarının yası arasında sıkışmışken... Bu defa...
Zülal Karatay, gencecik, pırıl pırıl -yüzüne bakınca içinin iyiliği görünür ya o modellerden- idealist bir avukat;
Okur-yazar diyaloğuyla tanıştık. Şimdi, "biliyorum, evet, var" diyebildiğim arkadaşlarımdan sayıyorum...
Seçil Karatay -ablası- aynı özelliklere sahip bir akademisyen...
"Babam bacağı yaralı geldi eve..." mesajıyla öğrendik; onların evine de bulaşmış kan...
Bizimkine neden bulaşmasın o zaman?!
***
Güvenlik, istihbarat zaafı, birilerini başkan yapmak için mi, yoksa tam tersi tasfiye etmek mi dertleri hepsine dair bin kere yazdık, söyledik yine de yazar, söyleriz zaten de; bugün onca salanın, tekbirin, "ah"ın arasında yeri değil sanki...
Sanki hangi yüksek stratejik tavrımızı(!) not düşersek düşelim tarihe; bu milletin giderek derinleşen acı havuzunda eriyip gidecek bugün...
O yüzden "hepimizin başına gelebilir"i unutturmamakla yetinip, başa dönüyorum;
Her gün daha "yakından tanır" hale geldiğimiz bu "karabasan"a "alışılabilir" mi?
Tıp dünyasından işinin ehli bir uzman söylesin;
Abdülkadir Selvi'nin dediği gibi "terörle yaşamaya alışmak" mıdır bunun çaresi?
Yahut, Mehmet Ocaktan'ın dün CNN Türk'te buyurduğu gibi "Bütün dünya bize düşman, o zaman İstiklal Savaşı başlatalım" dememeli ve "serin kanlı" mı olmalıyız sahi?
Bence "asla" ama bizzat "yaşayan"a, dün yağmurlarla yıkanan Ankara'ya soralım:
Serinledin mi!
*
"Karşıt görüşlü" bomba
İbret olur mu, yüz kızartıcı, vicdan azabı yaşatıcı bir etkisi olur mu bilmem ama dikkat çekmek vazifem:
Zeynep, Kerim, Nusreddin, Destina, Ozan, Elif, Berkay, Dorukhan, Atakan, Feyza, Elvin; kimi daha liseli, kimi üniversiteli öğrenciler diye ayrı bir yandık ya dün... Çocuklar, gençler diye daha bir katlandı ya acımız; en çok yaşlarını, okullarını andık ya...
Es geçilmesin;
İlk haberlere göre o öğrencileri katleden bombacılardan biri de bir öğrenci; yine ilk haberlere göre Balıkesir Üniversitesi'nde okuyan, üstelik de "terör sanığı" bir öğrenci.
Halihazırda Balıkesir 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde "PKK terör örgütü üyeliği ve propagandası" suçundan yargılanmakta olan birinin başkentin göbeğine kadar gelip de bu çapta bir eyleme imza atabilmesinin vebali -çünkü yoktan zuhur etmemiş mimli, olağan şüpheli biri- hepimizin can ve mal güvenliğinden sorumlu olanların boynuna...
Benim lafım medyaya;
En azından bundan sonra, Fırat gibi apaydınlık gençler üniversitelerin Kandil'e döndüğünü söylediklerinde, ikazda bulunduklarında, yardım çığlıkları attıklarında "ırkçı, faşist önyargılarının tezahürü" diye burun kıvırmaktan vazgeçersiniz ha!
Belki "karşıt görüşlü öğrenci kavgası" diye sıradanlaştırmazsınız artık üniversitelerdeki terör saldırılarını...