"Olmak-olmamak" işte mesele bu!
Tarih düşürelim: Haziran 2010... Ve başka bir tarih: 10 Ağustos 1920... Bu tarihte de Paris’in Sevr banliyösünde 1.Dünya Savaşı galipleriyle, yenik Osmanlı Devleti arasında “Sevr Antlaşması”, Türkiye’nin idam hükmü imzalanmıştı! Şu günlerde de TC ile PKK arasında, “barış” -teslimiyet- antlaşmasının ön hazırlıkları yapılıyor!
Gençliğimizde, o acı günleri okurken ve Türk milletini bu duruma düşüren, cümle hainleri lanetle anarken, bu gibi hainler artık başlarını kaldırmaya cesaret edemezler, etseler de başları ezilir diye huzur duyardık. Çünkü başımızda Mustafa Kemal Atatürk vardı. Ve “Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlayacağımıza inanırdık.” Haklıydık, çünkü Mustafa Kemal ve arkadaşları bu neticeye; çoğunluğun, bazı aydınların gafletine, hainlerin engellemelerine rağmen vasıl olmuşlardı. Cumhuriyetin birlik parolası “Ne mutlu Türküm diyene” idi. Şu sırada bunları hatırlamak, hatırlatmak gerekiyor. Meğer yanılmışız. Gazi ve arkadaşları boşuna savaşmışlar. Hainlerin kökünü, tohumlarını kurutamamışlar ve şimdi, o 1919’lardakilere rahmet okutacak torunları gene sahnedeler!
İnanılacak gibi değil ama gerçek. Bu adamlar, bu kadınlar, şimdi artık çekinmeden, tıpkı ağababaları gibi, “PKK ile başa çıkamayız. Hem Kürtler haklı. Bunca yıl onları ezdik, haklarını inkar ettik. Başka çare yok. APO’nun aracılığıyla PKK teröristleriyle masaya oturalım. Barış antlaşması imzalayalım. Yeter ki akan kanlar dursun” diyesiler!
Harita hazır!
Bu “Barış” nasıl olacak? Tıpkı Sevr’de dayattıkları gibi! O tarihte ortaya konan ve ABD Kongresinde yayınlanan, Türkiye’yi Ermenistan ve Kürdistan’a bölüp, Türkleri Anadolu’nun batısına sıkıştıran ve son zamanlarda yeniden tedavüle sokulan, ABD Albayı Ralph Peters’in haritasında olduğu gibi!
1919’da “Başka çaremiz yok. Karşımızda Devleti Muazzama var” diyorlardı. Şimdi karşımızda “bir avuç çapulcu” PKK eşkıyası var. Ve onlarla başa çıkamıyoruz. Çünkü arkalarında, gene “Büyük Devletler” var. Ve iktidarın, iradesi yok!
“Büyük Oyunun” son perdesi oynanıyor. Eskiden tiyatrolarda “yangın perdeleri” vardı. Gonk çalar bu perde kalkar, sonra ikinci gonkla sahne perdesi, müzik eşliğinde açılırdı. Şimdi de öyle. Oyun, mızraklı mızraksız figüranları, aktör ve aktrisleriyle finale, TC’nin “finaline” doğru gidiyor! Tema müziği de AB’nin senfonisi!
Hâlâ, “şiddetle, silahla bir yere varılmaz” diyorlar. Demek istedikleri; “TSK, bu eşkıyalarla başa çıkamaz. Teslim olmak lazım”! Ne var ki o “eşkıyalar”, Türkiye’yi, kahpe “terörleriyle” istedikleri noktaya - “dize” - getiriyorlar!
“Kürtler ne istiyor” diye soruyorlar. Kürtler ne istediklerini çok iyi biliyorlar; ana dillerinde eğitim, kültürel haklar vb.. Ama bunlar bahane, asıl istedikleri; barış masasındaki ön şartları “Özerklik” ve eyalet sistemi, eşkıyalara genel af, APO’ya af. Ve hoş geldiler “Baş müzakereci Abdullah Öcalan, APO cenapları” ve sonunda “Büyük Kürdistan”. TC Hükümeti, şu sırada ne istediğini biliyor mu? Tehlikenin farkında mı?
“Barış Konferansı” nerede yapılacak. Sevr çok münasip olur. Harita da hazır. “Kürt Teali Cemiyeti” de artık gözlemci değil “taraf”! Vahdettin’in, Damat Ferit’in ruhları canlanmış. Rıza Tevfik’in kalemi de “müzeden” çıkarılabilir!
Neye yaradı!
Evet, TÜSİAD’ın, STK’ların “demokratik çarelerinin, Erdoğan’ın açılımının” hasılası bunlar! Şapka çıkarmak lazım; adamlar kazandılar, TC’yi dize getirdiler.
Bu konuda yüzlerce yazı, bir de kitap yazmışım. İlk ve son hedeflerinin “Büyük Kürdistan” olduğunu hep söylemişim. APO’nun idam edilmemesinin gaflet olduğunu yazmıştım. Neye yaramış ve neye yarayacak?
Mesut Barzani’nin Türkiye ziyaretinden sonra söylediklerine bakın: “Türkiye’nin siyasetinde ciddi değişimler var. Eskiden ne Kürdistan’ın ismini, ne de Kürdistan bölgesini tanıyorlardı. Ziyaretim için davet Kürdistan Bölge Başkanı ismiyle gönderilmişti. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmemde, Kürtçe olarak bana ‘Be xerbin (Hayırlı olsun)’ dedi.” Gördünüz mü açılımınızı...
Evet; “Sevr” den sonra, Mustafa Kemal ve arkadaşları vardı. Onlar mücadeleyi “açılımlarla” demokrasiyle kazanmadılar... Şimdi bir de onların yerlerinde olanlara bakın...
Bugün Türkiye için mesele “olmak-olmamak meselesi” diye düşünüyorum. Benim için de mesele, acaba “bunamak mı bunamamak mı” diye! Öyle ya, yaşıtlarımın çoğu Alzheimer’e duçar olmuşlar. Bu dünyada yok, başka bir alemde yaşar gibiler! Elleri ayakları tutuyor, gözleri görüyor ama olanların farkında değiller. Ben henüz bunamadım ve olanların farkında ve acıları içindeyim, ama fiziki bakımdan artık babam kadar güçlü değilim. Eğer bunasaydım, hallerin farkında olmaz, hayal aleminde yaşardım! Evet bunamak-bunamamak ve olmak mı olmamak mı?