Okullar açılırken öğretmenlerimiz - Hasan Yiğit

Okullar açılırken öğretmenlerimiz - Hasan Yiğit

"Sen, mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?" Çizebilirsen, öğretmenin düşürüldüğü durumun resmini de çiziver. Öğretmeni, evinin tuvalet temizleyicisi olarak görmeye başlayan bir toplum, batacak demektir...

Devlet okullarında çalışan yüzbinlerce öğretmen, 2022-2023 ders yılına yine üç parça olarak giriyor:

1- 657 Sayılı Yasa''ya Bağlı Kadrolu Öğretmenler,

2- Sözleşmeli Öğretmenler,

3- Ücretli Öğretmenler.

2000''lerin hemen ilk yıllarında Avrupa Birliği ile Eğitimde Uyum görüşmeleri başladığında iki taraf arasında çok derin uçurumlar olduğu ortaya çıkmıştı. Genelde Türkiye eğitiminde çok sorunlar vardı. Sorunların en başında okulların fiziki koşullarının yetersizliği geliyordu.

Taze hükümet, toplumun % 70''inin Avrupa Birliği''ne girmekten yana olduğunu bildiğinden, Birliğe girmeye pek bir hevesli (!) görünüyordu. Bizimkilere göre fiziki koşullar önemli değildi:

"Canım o da sorun mu? Okul sayısı kadar daha okul yapar, beş, bilemediniz sekiz yılda tüm ülkeyi tekli eğitime geçiririz olur biter."

O yıllarda bir sınıfa ortalama 43 öğrenci düşüyordu. Ancak, okulların çoğunda ikili öğretim olduğundan, sınıf aynı gün iki kez kullanılıyor; gün boyu bir sınıfa düşen öğrenci sayısı yaklaşık 70''i buluyordu. Okutulan dersler, ders programlarının içerikleri… vb. konularda da arada büyük uçurumlar vardı. O konularda da ağız dolusu sözler verildi. Yalnız söz verilmekle kalınmadı.

Beş yıl içinde okulların fiziki yapılarının iyileştirilmesi için tasarı sunuldu. Tasarı uygun bulundu. Avrupa Birliği eğitim fonlarından para ödendi. Ancak beş yıl içinde tekli eğitime geçilemedi. Acı ve Türkiye''yi küçük düşürücü olan, engellilerle ilgiliydi. Engelli öğrenciler için özel merdiven, özel asansör, özel tuvalet, özel dinlenme ve bakım odaları yapılacaktı. Ödenekler alındı. Ancak beş değil on beş yıl geçti, taahhüt edilenler yapılmadı.

Bazıları için doğru:

"Söz, verilmek içindir. Tutulmak için değil…"

Başka birçok sorun vardı. En büyük sorunsa, öğretmenlerin sorunlarıydı. Öğretmenlerin kazanılmış özlük, mesleki, sosyal hakları, Avrupalı öğretmenlerin haklarının çok gerisindeydi. Aylık gelirleri topluluğa üye ülke öğretmenlerinin ortalama beşte birini bulmuyordu. En büyük uçurum ise örgütlenme alanındaydı. Avrupa Birliği ülkelerinin öğretmenleri grevli, toplu sözleşmeli sendikalara üyeydi.

Türkiye öğretmenleri kâğıt üstünde sendika kurabiliyordu. Ancak adı sendika olan bu örgütler gerçekte sendika değil, birer dernekti. Sendikaların toplu sözleşme yapabilme, sonuç alamazlarsa greve gidebilme hakları olmalıydı. Ama bu hak Türkiye öğretmenlerinde yoktu. İşçilerin örgütlü yapısı çok düşüktü. Memurların çoğunluğu kâğıt üstünde sendikal örgütlü görünüyordu.

Çalışanların örgütlenmesi fonlarından Avrupa Birliği her ay üye başına sendika olmayan örgütler için sendikaymış gibi para ödüyor.

Türkiye öğretmenlerinin en büyük eylemi, 1969 yılında grev hakları olmadığı hâlde, dört günlük başarılı bir grev yapmaları eylemiydi. İsteklerinden önemli bazılarını bu grevle elde ettiler. Ancak grev hakkını elde etmek de istekleri arasındaydı, elde edemediler.

İkinci büyük öğretmen eylemi 1975-1976 ders yılında yapıldı. Geniş öğretmen katılımıyla aynı gün 17 ilde miting ve yürüyüşler düzenlendi. Polisin engelleme çabaları sonucu altı kişi öldü. Yaklaşık yirmi kişi yaralandı. O güne dek ilkokul öğretmenleri ders ücreti alamıyordu. Bir ay sonra almaya başladılar. Başka haklar da elde edildi. Ancak grev hakkı, elde edilen haklar içinde yine yoktu.

2000''lerin başlarında, Avrupa Birliği''ne üye ülke eğitimcileri ile Eğitim Başlığı görüşülürken Ak Parti hükümetleri, memurlara, öğretmenlere grevli, toplu sözleşmeli sendika haklarını vereceklerinden söz ediyordu. Çünkü Avrupalı görüşme üyeleri, bu konuya duyarlı davranıyorlardı. İktidardaki parti, "Sonradan söylediği tüm şarkılarda," grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkının s''sinden bile söz etmez oldu.

Çünkü iktidara göre, Avrupalı olup kendisini birçok bağla bağlamanın gereği yoktu. Nasıl olsa Avrupa Birliği''nden yana olanların oranını % 50''lerden biraz daha aşağı düşürmüşlerdi. Artık "Avrupa bir Hıristiyan kulübüdür. Bizi aralarına almazlar," demenin sakıncası yoktu.

Son yıllarda Türkiye öğretmen sendikaları adına işverenle masaya oturma yetkisi kazanan sendika, masada toplu sözleşme yapamamakta, toplu görüşmelerde isteklerini sunabilmekte. Grev yapmaya niyet etmeyi bırakın, akıllarından bile geçirmemektedir. İşveren adına masada oturan yetkili/yetkililer bıyık altından gülerek, "Bakarız," demekte, karşılıklı gülüşüp birbirlerine göz kırpmaktadırlar.

Çünkü iki sözde pazarlık unsurunu oraya iktidar, 23 Nisan Valisi gibi oturtmaktadır. Gerçek işlevleri, varlık nedenleri eğitim ve öğretmen hakları peşinde alın teri dökmek olan bu sendika yöneticileri; atamalar, yer değiştirmeler, yöneticilik dağıtmalar… Gibi işlerle öğretmenlerin bir kesimini yanlarına çekebilmekte, sendikal haklar için uğraş vermedikleri; layık olanın değil, yandaş olanın göreve getirilmesine hizmet ettikleri içi öğretmenlere ve dolayısıyla ülke eğitimine en büyük zararı vermektedirler.

Acı ama gerçek olan budur: Hak araması, iktidarlarla aralarına mesafe koyması gereken emek sendikalarının çoğunluk üyeyi ellerinde tutan yöneticileri, iktidar nimetlerinden yararlanmayı/yararlandırmayı iş edindiklerinden, öğretmenlerin hak kaybına uğramalarının sanıkları olarak gelecek kuşaklarca değerlendirileceklerdir.

2000''li yılların başlarında sokaklarda on binlerce atanamayan öğretmen dolaşırken, Milli Eğitim Bakanlığı dâhilere taş çıkartacak bir buluş yaptı. Öğretmen açığını kapatmak için, kadrolu öğretmen değil, Sözleşmeli Öğretmen almaya başladı.

Kadrolu öğretmen yerine sözleşmeli öğretmen görevlendirip sınıfa sokuyorsunuz. Bir yıllık sözleşme yapıyorsunuz. Tatillerde para ödemiyorsunuz. Kadrolu öğretmenlerden çok ucuza öğretmen çalıştırıyorsunuz. Beğenmediğinizin, daha doğrusu, size istediğiniz gibi hizmet etmeyenlerin sözleşmesini yenilemiyorsunuz. Avrupa Birliği eğitimden sorumlu yetkilileri buna büyük tepki gösterdiler.

Onlara göre sözleşmeli öğretmenlik insan haklarına da, öğretmenlerin özlük haklarına da aykırıydı. Sendikaların tepkisi, hükümetlerinde dile getirildi. "Türkiye, okullarında kadrolu öğretmenlere yaptırılan hizmetler için sözleşmeli öğretmeler adı altında güvencesiz ve daha düşük ücretli öğretmenler çalıştırmaktadır.

Birbirinden farklı haklara sahip böyle iki tür öğretmen olamaz. Kadrosuz öğretmen çalıştırılması, insan haklarına da, öğretmen haklarına da aykırıdır," denilerek eleştirildi.

Birkaç yıl içinde tepkiler ve eleştiriler daha da artınca, Milli Eğitim Bakanlığı, sözleşmeli öğretmenliğin kaldırılacağını, sözleşmeli öğretmenlerin kadroya alınacağını, kadrolu öğretmenlerin yetersiz kaldığı noktalarda hizmet alımı yapılacağını açıkladı.

Böylece hizmet alımı yapılan öğretmenler de devreye girdi. Bu öğretmenler yalnızca ücret karşılığı çalışıyordu. Adları kendiliğinden kondu: Ücretli öğretmenler… Başka deyişle, Türkiye eğitimini yönetenlerin bulduğu ikinci dâhiyane (!) buluş: Eğitimin ücretli köleleri… Ücretli köleler, asgari ücretin en az 5500 lira olduğu 2022''nin ikinci yarısında aylık ortalama 4000 liraya çalıştırılıyordu. Sorunlarını dile getirmek isteyen, basın açıklaması yapmak için sokakta bir araya gelen öğretmeler mi?

Onlar gazlanıp yerlerde sürüklenecek, ters kelepçe vurulacak kimselerdi.

"Çapulcu, çapulcu onlar!"

Otuz yaşına yaklaşmış bir kadın ücretli öğretmen, ağlayarak, "Yirmi üç yaşında öğretmen oldum. İlk üç yıl kadrolu öğretmen olabilmek için sınavlara girdim. Aldığım ücret yol paramla öğle yemeğime ancak yetiyor. Ücretli öğretmenliği parası için değil, evde annemin sızlanmalarına dayanamadığım için yapıyorum," demişti.

ILO sözleşmelerinin uygulanmaya çalışıldığı dünyada, Türkiye''nin sözleşmeli öğretmen, ücretli öğretmen uygulamaları kuşkusuz insan haklarına aykırı, utanç uygulamalarıdır. En başta bu uygulamalara öğretmen örgütlerinin karşı çıkmaları, ortaklaşa eylemler düzenlemeleri gerekmez mi?

Ancak ne yazık ki yapıları gereği öğretmen örgütleri bu utancı ortadan kaldırmaya çaba harcayabilecek durumda değiller. Hak yemeyelim; konuya ilişkin arada bir demeç veren, haksızlık yapıldığını dile getiren sendikalar da yok değil. O kadar!

***

1930''lu yıllarda Mustafa Kemal''in öğretmen aylıkları ile ilgili söylediklerini duymayan kalmamıştır. İkisi, yaklaşık olarak şöyledir:

"Öğretmen, milletvekili aylıkları kadar aylık almayı hak eder. Öğretmen, valinin oturup kalkabildiği yerde oturup kalkabilmeli, yemek yediği yerde yemek yiyebilmelidir…"

O yıllarda bir öğretmen aylığı ile yaklaşık on altı cumhuriyet altını alındığı biliniyor. 2002 yılında yaklaşık 9 cumhuriyet altını alınabiliyordu. 2022 yılında 1.5 altın alınabiliyor. Zorlasanız da iki altına ancak çıkarsınız. Bunun anlamı, yirmi yılda aylıklar altı kat erimiş demek değil midir? Bu erimeyi durdurmak için mücadele verecek olan başta öğretmen örgütleri nerede?

Bir bölümünün ve en büyük bölümünün yöneticileri, ne yazık ki öğretmenleri savunacağı yerde, iktidar ağacından meyve devşirmede, kendilerine iktidar nimetlerinden kırıntı kadar bile olsa yararlandırılan bu kesim, öğretmenlik mesleğini ayaklar altında süründüren bu iktidarın/iktidarların sürmesi için eylemli olarak yoğun çaba harcamaktadırlar.

Son birkaç yılda öğretmenlerin yaklaşık % 40 maddi değer kaybına uğramış olmaları onların pek de umurlarında değildir. Elbette yaptıkları onurlu da değildir.

Öğretmene saygınlık o kadar değerini yitirdi ki, bunu Ağustos 2022 yılındaki bir ilandan okuyabilirsiniz: Bir kadın veli ilanı bu. Diyor ki: "İkinci sınıf çocuğuma bakacak, eğitimi ile ilgilenecek öğretmen arıyorum. Öğretmen haftada altı gün yatılı kalacak. Çocuğum okulda iken temizlik yapacak, yemek yapacak. Çocuğum okuldan gelince de onun ödevleri ve bakımı ile ilgilenecek. Aylık yedi bin lira, eğer İngilizce de öğretirse sekiz bin lira aylık..."

Acı ama gerçek.

"Sen, mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?" Çizebilirsen, öğretmenin düşürüldüğü durumun resmini de çiziver. Öğretmeni, evinin tuvalet temizleyicisi olarak görmeye başlayan bir toplum, batacak demektir. Özellikle bunu belirtiver.

Her ile üniversite açmanın gerçek nedeni nedir? Nitelikli insan yetiştirmek, onları istihdam ederek nitelikli ve daha bol ürün elde ederek verim arttırmak mı? Bence hayır! Genç işsizleri üniversitelerde toplayarak, 18-23 yaş arası gençleri iş yaşamından uzak tutmak, üniversite açılan il merkezlerinde az da olsa ekonomik canlılık yaratabilmek. Öğrenci, okulu bitirdiğinde ne olacak? Üniversite açanlarda bu sorunun bilimsel (!) yanıtı hazır:

"O zaman hele bir gelsin, Allah kerim!..."

Eğitim fakültelerini bitirip öğretmen olanların sayısı her yıl artıyor. Dört yıl, beş yıl devletin, velilerin kaynak akıttığı öğrencilerden atanamayan öğretmen ordusunun sayısı yaklaşık sekiz yüz bine yaklaşmış durumda. Milli Eğitim Bakanlığı''nın öğretmen açığı yaklaşık 400 bin. Yirmi üç yaşındaki öğretmen olmuş diplomalı işsizi geri döndürüp başka bir meslek edindirme şansı da yok. Öğretmen de olamadıklarına göre, "Ne iş olsa yapar abisi bu işsiz öğretmenler. Kâğıt toplar. Market çalışanı, motosikletli kurye olur. Sözün özü, öğretmen olamazlar ama ne isterseniz o olurlar."

Bu bir milli servet israfıdır. Ha düşmana cephaneliğinizi kaptırmışsınız, ha milli servet israfı yapmışsınız. Özünde değişen ne var? Hiçbir şey yok. On altı yıl, on sekiz yıl yatırım yapacaksınız, yatırımınızdan verim almaya gelince, almayacaksınız. Böyle bir dünya yok. Toplumla birlikte bu dünyayı kurmaya çalışanlar da sonunda yıkıntının altında kalmaya mahkûmlar.

Ders Yılı, öğretmenlerimiz için umut ve hak alma yılı olsun.