Ne zaman üşürsünüz bilmem ama buz tuttuğunuz ortada

Muhsin Yazıcıoğlu öyle feci, öyle şaibeli bir kaza ile vefat etmişti ki, seven sevmeyen toplumun çok büyük kesiminin içi ezildi.

Keş Dağı'nın karlı yamacında parçalanmış halde bulunan helikopterin görüntüleri öyle dehşet vericiydi ve bu görüntülerin failinin "ecel" değil de "Azrail"liğe soyunan kimi paralel yaratıklar olması ihtimali öyle mide bulandırıcıydı ki, eski defterler bir matemliğine kapandı, ideolojik uçurumlar "vicdan" köprüsüyle birbirine bağlandı.

O milletin yüreğine; ona kırgınlık duyanın kırgınlığı, küskünlük duyanın küskünlüğü, kini olanın kini, hesabı olan hesabı da helikopterin düştüğü 'Kanlıçukur'a gömülmüştü sanki. Artık öncelikli olan "adalet"ti...

Bu sebeple...

Yazıcıoğlu'nun dokuzuncu ölüm yıldönümü olan 25 Mart'ta, siyaseten en sert mücadelelere giriştiklerinin dahi "anma mesajı" paylaşmasını anlıyorum.

Fikir/düşünce yelpazesinin her diliminden insanın, "kaza görünümlü katliam" olasılığını unutturmamak için, onun nezdinde Türk siyasetinin yeri geldiğinde nasıl cinayete varan gözü dönmüşlüklerle dizayn edildiğini hatırlatma ihtiyacı duymasını anlıyorum.

Lakin...

Bir, sağlığında onu "hain" varsayanların şimdi artık riyakarlığı bile aşan "abartılı", "utanmaz" sevgi gösterilerini anlamıyorum...

Bir de, güya bu riyakarlığa düşmemek, güya "tavır koymak", güya "dik durmak" adına Yazıcıoğlu'nun Mamak'ta işkence tezgahlarından geçirilirken yazdığı ve karlar altındaki bedenine olaydan ancak 48 saat sonra ulaşılmasından sonra ölümüyle de özdeşleşen "Üşüyorum" şiirine nazire yaparak "biz sadece 4 Nisan'da üşürüz" gibi bir yarıştırmaya girebilecek kadar kalpsizleşilebilmesini anlamıyorum...

Kim ne zaman üşür bilmem ama günde çok vakit tecrübe ettiğimiz üzere, bu ülkede insanlığın her geçen gün biraz daha buz tuttuğu ortada!

***

GÜNÜN SÖZÜ

"Altı sıfır atılmasıyla artık umumi helaya 1 milyon yerine 1 liraya girebilen vatandaş dolardan da altı sıfır atılmasını ve dış borcun 600 milyar dolardan 600 bin dolara düşmesini heyecanla bekliyor."

Can Ataklı

***

Ilıcak neden sesini duyuramıyor?

"FETÖ" üyesi olduğu gerekçesiyle yargılanan ve "Anayasayı ihlal" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan gazeteci Nazlı Ilıcak, iki yıla yakındır cezaevinde... Tutulduğu Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi'nden, mektuplar gönderiyor ara ara meslektaşlarına...

Çoğunlukla -en azından bizim okuyabildiğimiz kadarıyla- cezaevi koşullarını anlatıyor o mektuplarında; duygularını, ihtiyaçlarını... Bir de dün Mehmet Tezkan'ın köşesinde aktardığı gibi hukuki itirazlarını, "adalet(!)" sisteminden beklentilerini...

***

Tezkan'ın yaptığı özetten anladığım kadarıyla, 26. Ağır Ceza Mahkemesi'nin "ağırlaştırılmış müebbet" hükmüne itiraz etmek istediğini ancak "gerekçeli karar" bir buçuk aydır hâlâ yazılmadığı için bu itirazı gerçekleştiremediğini belirtiyor Ilıcak. Sesini duyuramadığından yakınıyor.

Ne dersiniz, Nazlı Ilıcak sizce neden sesini duyuramıyor?

***

Vaktiyle, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nin, şimdi Ilıcak ve arkadaşlarının "mensubu" olduklarına hükmedilen "FETÖ"nün "kumpası" Ümraniye (Ergenekon) Davası'nın gerekçeli kararını geciktirmesi konusundaki görüşü sorulduğunda, şöyle demişti dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ:

"Kanunlara göre mahkemeler karar vermeden önce kafalarında bir gerekçe oluşturur, ona göre karar verir ve kararı verdiği anda bu gerekçeyi dosyaya yazar. Ama eğer gerekçeyi hemen dosyaya koyma imkanı yoksa o zaman en geç 15 gün içerisinde gerekçeyi mahkemenin dosyaya koyma zorunluluğu var. Ergenekon olarak bilinen davada, mahkeme kararını geçen yılın Ağustos ayında vermiş olmasına rağmen bugüne kadar gerekçeli kararı yazıp dosyaya koymadığını görüyoruz. Bu büyük mahrumiyetlere de yol açıyor. Çünkü eğer gerekçeli karar dosyada olmazsa, bu davada mahkum olan kişilerin temyiz hakkını kullanmaları Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yoluna gitmeleri, veyahut AİHM'e gitmelerine ilişkin haklarını kullanması engellenmekte, geciktirilmektedir. Bu da hak ihlallerine yol açıyor tabii..."

Yasalar önünde herkes "eşit" olduğuna göre -Ilıcak ve arkadaşlarının, Türkiye'nin bu noktaya sürüklenmesinde çok ağır veballeri olduğunu düşünmekle birlikte- sormak durumundayız:

Bu da "hak ihlali" değil mi?

Niye sormuyoruz? Niye Müyesser Yıldız'dan Mustafa Balbay'a, Tuncay Özkan'dan Nedim Şener'e, Ahmet Şık'tan Soner Yalçın'a, Barışlardan Kadri Gürsel'e sayısız gazetecilerin sesine ses olduk da niye Ilıcak'ınkine olmakta tereddüt duyuyoruz? Niye gazeteciler büyük oranda buna yanaşmıyor, yanaşsalar bile niye yarım ağızla, niye Tezkan'ın köşesinde olduğu gibi "bir buçuk cümlelik duyuru"yla?

Hiç bunlara kafa yoruyor mu Ilıcak acaba?

Samimiyetle merak ediyorum; "nerede hata yaptım" diyor mu?

Mektuplarının kamuoyuna yansıyan kısımlarında pek denk gelemiyorum -savunmasındaki aldatıldık klişesindeki gibi değil- gerçek bir "özeleştiri" yapıyor mu, ta yüreğinin derinlerinde "ah"ını aldığı insanlardan af dilemeyi düşünüyor mu?

Vicdanı rahat mı?

Başını yastığa koyduğunda sadece cezaevi koşullarından dolayı değil, Ali Tatar'dan Murat Özenalp'e kadar hukuk eliyle katledilmiş onca insanın, Engin Alan'dan Mehmet Haberal'a kadar hukuk eliyle hürriyetleri gasp edilmiş onca insanın yüzleri gözünün önünden geçtiği için de uykularının kaçtığı oluyor mu?

Yazarın Diğer Yazıları