Ne öküz köpektir, ne köpek öküzdür
İmam Buhârî Hazretleri hadîs-i şerif toplamak için tâbiinden birini görmek üzere Medine’den Bağdat’a gittiği vakit, o kimsenin çift sürerken öküzüne hiddetle, “Yürü be köpek!” diye hitap ettiğini duyunca, “Ben öküze köpek diye bağıran kimseden hadîs-i şerif almaktan çekinirim” deyip, teptiği bunca yola acımayarak Bağdat’tan Medîne’ye geri dönmüştür.
Çünkü burada zulüm vardır.
Zira zulüm bir şeyi aslından saptırmaktır.
Öküz, köpek değildir.
Köpeğe de öküz diyemezsiniz.
Öyleyse parti genel başkanlarına parti mensuplarının olmadık sıfatlarla hitap etmeleri hem o genel başkana hem o sıfatı üretene bir zulümdür.
Sıfatı üreten, bir çıkar karşılığı yalan söylediği yani bütün çıkar ve zararların Allah’tan olduğunu unutarak genel başkanı tanrılaştırdığı için nefsine zulmetmiş, şirke düşmüştür. Genel başkan da kendinde olmadık bu sıfatı dinlediği, kendisi için böyle söylenilmesinden hoşlandığı ve bunu kabul ettiği için bir bakıma kendini putlaştırmış, nefsine zulmetmiştir.
Bu iki zulümden doğan en büyük zulüm ise milletin uğradığı mağduriyettir. Çünkü genel başkanını yarı tanrı haline getirenler onların hata yapmaz varlıklar olduğunu kabullenmiş, genel başkanlar da çevrenin bu kabullenişini almış kabul etmiş ve böylece onlar da kendilerini hata yapmaz varlıklar olarak görmeye başlamışlardır ve bu haleti ruhiye onların her icraatına yansımıştır, yansımaktadır.
Bu ne büyük bir hatadır.
Aynı şey kurumlar için de geçerlidir.
İşte Türkiye ne çekiyorsa bu hastalıktan çekiyor.
Bu hatadan, bu zulümden çekiyor!
Hiçbir partili kendi genel başkanının haklı olduğundan zerre şüphe etmiyor. Genel başkanlar ise sabahtan akşama kendi haklılıklarını haykırıp durmaktalar. Askeriyesinden bürokrasisine, Meclis’inden Hukuk camiasına, hükümetinden sivil toplum kuruluşlarına kadar her kurum, “Ben haklıyım!” diyor, başka bir şey demiyor.
İnsan sormadan edemiyor:
“- Herkes haklı ise ülke niye böyle?”
Muhiddîn Arabi, “Ehli olmayana hikmet ve ilmi vermeyin. Verirseniz hikmete zulmetmiş olursunuz. Ehlini hikmetten men ederseniz, o hikmet ehline zulmetmiş olursunuz” der, Mevlânâ da, “Cevheri kötü olan kimseye vermek, yol kesicinin eline kılıç vermek gibidir” der. Bu ölçüler hayatın her alanı için geçerlidir. Hükümeti, kurumları, koltukları ehline vermezseniz hem o makama, hem o makamı gerçekten hak edene, hem hak etmediği halde o makamı verdiğinize zulmetmiş olunur. Hadi ötekileri anladık da hak etmediği halde makamı verdiğimize niye zulmetmiş oluruz, diyebilirsiniz. Çünkü bu o kişiler için dünya ve ahret felâketi haline gelir de ondan.. Üç yaşındaki çocuğa yüz altın verirseniz onu eşkıyanın hedefi haline getirmiş olmaz mısınız!
Üzülerek görüyoruz ki, pek çok makam ehlinde olmadığı için Türkiye maddî-mânevî bir kaosun, bir kasırganın tam da merkezinde savrulup duruyor.
Gün kenetlenme günü olmasına rağmen kimsenin kimseye kulak verdiği yok ve herkes kendi türküsünü söylüyor, herkes kendi sesine âşık bir görüntü veriyor.
Tecrübe ile sabittir ki, bulundukları bölgede ağaçları söken bir fırtına ve taşları delen bir dolu ve yıldırımlara maruz kaldıklarında vahşi hayvanlar, tilkisinden yaban ördeğine, aslanından yılanına en yakın mağaraya sığınırlar ve fırtına geçene kadar ne kurt dağ keçisine ilişir, ne tilki yaban ördeğine, ne aslan ceylana.
Ne acıdır ki, onların başardığını biz bugün, onlardan çok daha büyük bir kasırganın merkezinde olmamıza rağmen, başaramıyoruz...
Başaramıyoruz amma henüz vakit geçmiş değil..
Keşke şöyle bir arkamıza yaslanabilsek ve keşke şu kendi sesimize âşık olmayı bırakıp başka seslere de bir kulak verebilsek..
Ve şunu bunu putlaştırma işinden birkaç günlüğüne de olsa bir vazgeçebilsek, yani zulümden, yani şirkten bir kurtulabilsek, ah bir kurtulabilsek..