“Ne istediğimizi biliyoruz ve bildiğimizi de istiyoruz”
Bir faninin doyamayacağı kadar kısa süreli Başbakanlık bile yaptı... Hitabet yeteneğini yalanla birleştirdiğinde çok tehlikeli bir silaha dönüştü... Onun için söylenen bir şeyin ‘doğru olması’ değil, ‘doğru gibi söylenmesi’ ve sürekli tekrarlanması önemliydi...
Hiçbir zaman halkın ‘kanaat’ geliştirmesini istemedi... Onun düzeninde ‘kanaat’, tüketilmek üzere halkın önüne hazır olarak konmalıydı... Kendisi için ‘insanları etkilemek’’doğruları söylemek’ten çok daha öncelikli ve hayatîydi...
‘Aklını yitirmiş kitleler’i çok sevdi ve onların sarhoşluk içinde kalmaları için sürekli fanatizmi kaşıdı, onlara endişelenecekleri ve ezmeleri gereken düşmanlar gösterdi... Medyanın büyük çoğunluğunu kontrolü altına alarak, sürekli aynı yalanları tekrarlayan ve savunan bir iletişim düzeni kurdu... ‘Vicdansız medya’nın hem fikir hem de eylem babası oldu... ‘Dünya lideri’ kavramını pek sevdi...
Etki gücündeki tılsım ‘tekrar’daydı... Çünkü bir insanı yalan olsa bile sürekli aynı söyleme muhatap etme durumunda, o insan söylemin kaynağını unutacağına, o yalanı kendi fikri gibi benimseyip savunacağına inanıyordu... O yüzden ‘çeşidi az-vurgulama sayısı yüksek’ dille aralıksız siyaset yaptı... ‘Tekrar’la ‘inandırıcılık’ arasındaki doğru orantıyı tespit etti ve halkın üzerinde hep bu yöntemi kullandı...
Ona göre ‘yargı’ devlet politikasının üzerinde bir güç değil, haddini bilen ve ‘devlet politikalarına hizmet eden’ bir organ olarak kalmalıydı...
En önemli özelliklerinden birisi başkentte başka taşrada başka konuşmasıydı... Bunun teorik değil, pratik gerekçeleri olduğuna inanıyor, geniş kitleleri fethedebilmek için başvurulması gereken bir politika olduğunu düşünüyordu... İnsanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediklerini yapabileceklerini kafaya koymuştu... Ve bunu da şu sözlerle taçlandırmıştı: “Ne istediğimizi biliyoruz ve bildiğimizi de istiyoruz...”
Etrafına, hatalı olduklarında asla hatayı ve suçu kabul etmemelerini, sürekli suçu başkalarına atmalarını ve düşmanlardan söz etmelerini öğütlüyordu... Zaten asıl olan, aydınların veya siyasî düşmanların ne düşündüğü değil, kandırılması kolay olan kitlelerin ne düşündüğüydü...
‘Yalan’ onun propaganda tekniğinin en önemli enstrümanı oldu... Çünkü propagandanın tek görevi ‘başarılı’ olmaktı... Aydınlatmak veya gerçeği ortaya çıkarmak gibi ‘gereksiz’ görevleri yoktu... ‘Parti’ demek artık ‘devlet’ demekti ve bu uğurda ‘yalan’ kutsal bir silahtı... O yüzden kendisinin ‘küçük yalanlar’la pek işi olmadı... Bir yalanın etkili olmasını ve insanların ona inanma potansiyelini yalanın büyüklüğüne bağladı...
Onun tekniğinde kendi açtığı alanda oynamaktansa, oyunu rakibin sahasına yıkmak ve onu sürekli savunma pozisyonunda bırakmak vardı... Son derece başarılı oldu... Haksızken bile sesi en fazla çıkanlar o ve arkadaşlarıydı... ‘Asla kabahat ve suç üstlenmeme’ tekniği, aralıksız propagandanın etkisiyle kitlelerde daima karşılık buldu... Parti kadrolarına verdiği “Halkı her zaman ateşleyin, asla soğumasına izin vermeyin” talimatları yerine getirildikçe iktidar tahkim edildi...
Bu bir başarı hikâyesiydi şüphesiz... Ama sonu dramla bitecek bir başarı hikâyesi... Hikâyenin sonunda karısıyla birlikte altı çocuğunu zehirleyerek intihar edecek olan Nazilerin ünlü Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Dr. Paul Joseph Goebbels işte böyle bir adamdı... Hani Hitler, diktatörü bisiklete binen adama benzetip, ‘pedal çevirmeyi bırakırsa düşer’ diyordu ya... Artık ne bisiklet kalmıştı, ne de çevrilecek pedal... Sonsuz bir güce sahip olduklarını var sayarken, tepe taklak olmuşlardı... Sonra başlarına gelebilecekleri düşününce, bu dünyanın artık kendileri için de, çocukları için de yaşanacak yer olmadığına karar verdiler ve intihar ettiler... Tek çare buydu kendilerince...
İbret almak lâzım... Alınamayacaksa da hiç olmazsa çocukları bu hayattan korumak lâzım...