2004 yılının sonbaharında sevdiği eşi tarafından aldatılmış bir erkeğin viraneye dönmüş iç dünyasını konu ettiğim ilk romanım "Tutunuş" çıkmıştı. Konusu ilginç gelmişti insanlara. Pek konuşmazdı başına bu iş gelen erkekler. Gizlice, geceleri yalnız kaldıklarında kana kana döktükleri göz yaşları eşliğinde çareler ararlardı bu dertlerine. Çoğu çıkış yolu bulamazdı. İntiharın kıyılarında dolaşmaktan bitkin düşerdi bazıları. Konuşacak bir dostları yoktu. Psikiyatrlara bile gitmekten çekinirdi bu erkekler. Kadınlara güvenleri sarsılırdı. Ve çoğunun hayatları sonsuza kadar değişirdi. İşte bu insanların kendilerini bir anda içinde buldukları cehennemi anlatmaya çalışmıştım kitapta. Kitabın tanıtılması, röportajlar, televizyon ve radyo etkinlikleri üstüne kafa patlatıyordum çalıştığım gazetedeki mütevazı masamda.
Kafamı kaldırdığımda, üniversite yıllarında tanıdığım ve dostluğundan zerre kuşkum olmayan, tertemiz, adamın hası bir adam dikilmişti başıma bir anda.
Elinde kitabım vardı. Gülüşü yüz hatlarının tamamına yayılmıştı. "Kalk ulan ayağa" dedi son derece samimi bir ses tonuyla. Hayrola bile diyemeden, "kalk kalk" demişti. Ayağa kalkmıştım ve karşıma geçmişti. Gözlerinin içi parlıyordu. Kitabı göstererek, "İşte oldu ulan, iyi bir roman oldu. Başardın. Bu akşam beyaz su benden. Kutlayacağız" demiş ve dostça, sımsıkı kucaklamıştı beni...
İşte o zaman, "Mutluluğu herkesle paylaşabilirsin, ama acıyı paylaştığın insanlar özeldir" diye buyuran söz benim dünyamda değerini kaybetti. Anlamıştım ki, mutluluğu herkesle paylaşamazsın. Ve ancak onu paylaşabildiğin insanlar özeldir...
***
BEYEFENDİ
Parkta yere tüküren Batılı...
Her erkek gibi elbette onun da gözüne çarpar güzel, alımlı bir kadın. Zaten serde hergelelik olduğu için eğer yanında kadın varsa çaktırmadan yer bu haltı. Yok eğer yalnız ise özgürce gerçekleştirir eylemi. Ve elbette ki, ahlak kurallarını da çiğnemeden...
Geçenlerde arkadaşıyla birlikte yolu Maçka Parkı'na düştü. Kimine göre sosyetenin, kimine göre üst orta sınıfın, efendim Nişantaşı-Teşvikiye ahalisinin uğrak yeri olan parkta arkadaşıyla; gölgelikler, hafif rüzgar, çimen ve ağaçlarla yarenlik ediyordu. Ayakta dikiliyorlardı. Güneş son ışıklarını gönderirken hemen yandaki bankta oturan iki genç kadına takıldı bakışları bir an. Neşeli, alımlı, güzel, kendilerinden emin iki karakter diye geçirdi içinden. İngilizce konuşuyorlardı. Anlaşıldığı kadarıyla Londra'da oturuyorlarmış. İngilizlere benziyorlardı, ama şart da değildi İngiliz olmaları. Batılı iki güzel kadın diyelim... Onlar sohbetin tadına varırken kısa, küçük kahkahalar eşliğinde, arkadaşı hemen yakında bir banka oturmalarını işaret etti. Şaşırdı Beyefendi. Zira iki güzel kadının yakınlarına mümkün değil sokmazdı onu arkadaşı. Ama olamaz denen olmuştu işte. Hay Allah, inşallah bir bildiği yoktu!
İki bankta da sohbet sürerken, bir tükürme sesiyle irkildi bir anda Beyefendi. O güzel, zarif, kadın ağzında ne varsa boca etmişti yanındaki küçük fidanın dibine! Olamaz dedi ve buruşturdu yüzünü. Arkadaşını dürterek kadını işaret etti çaktırmadan. "Farkındayım" dedi arkadaşı yüzünü ekşiterek ve devam etti:
"Muhtemelen bizim öküzlerden öğrenmişlerdir bunu."
"Olabilir" dedi Beyefendi, "ancak sanırım bir şey daha var. O mahlukat, muhtemeldir ki, Avrupa'da yaşadığı yerde bunu yapamaz, yapmaz da. Ama burada yapabilir. Zira Avrupalı kibri, buraların çöplük olduğunu fısıldamıştır kulağına büyük olasılıkla..."
***
OKUYUNUZ
Nobel ödüllü yazar Necib Mahfuz'un romanı "Hırsız ve Köpekler", en yakınlarının ihanetine uğrayıp hapse düşmüş Said'in intikam hayalleriyle hapisten çıkışının hikâyesi. Said hem peşinde polis köpekleri olan bir suçlu hem de siyasi fikirlerinden sapanlar tarafından aldatılan bir kurbandır. Adaleti sağlamaya ve ne pahasına olursa olsun düşmanlarını yok etmeye kararlıdır...
***
İŞTE O KADAR
Doğru kararlar tecrübeden gelir, ancak tecrübe de kötü kararlardan oluşur...