16 Mayıs günü Atatürk ile birlikte Bandırma vapuruyla yola çıkanlar arasında bulunan General Hikmet Gerçekçi şunları anlatıyor:
"Karargah üstlerinin hemen hepsini deniz tutmuştu. Kimse kamarasından dışarı çıkamıyordu. Samsun'a az bir yolumuz kalmıştı. Herhangi bir terslik çıkmazsa, çok değil yarın sabah orada olacağımızı ümit ediyorduk, bu düşünceler içinde güvertede ellerimle küpeşte demirini tuta tuta yürümeye çalışırken O'nun kamarasından çıktığını gördüm. Sert bakışlarıyla ufka bir göz gezdirdikten sonra kaptan köşküne çıktılar. Bandırma vapurunda hemen herkesi deniz tutmuştu, oysa Mustafa Kemal dipdiriydi ve çok sağlıklıydı. Kıyı bir ana baba günü halini aldı. Gemimiz demir atınca coşkun gösteriler yükseldi. Hemen ardından geminin etrafını kayıklar aldı. Halkın bu coşkun gösterisini görünce boğazıma bir şey tıkandı, gözlerim yaşardı. Vapur 19 Mayıs sabahı Samsun limanına yanaştı. Kemal Paşa ve arkadaşları Samsun'da sevinç gösterileri ile karşılandı."
Gençler, bizim çektiklerimizi çekmemek ve bu halka çektirmemek için, siz de ATATÜRK'ü unutmayınız. Mustafa Kemal bizimdi, ATATÜRK SİZİNDİR...
Bu unutulmaz sözler, Mustafa Kemal Atatürk'ün yakınındaki gazetecilerden Falih Rıfkı Atay'a ait... 19 Mayıs'la ilgili kısa bir hatıra nakledelim.
Mustafa Kemal Atatürk'ü yakından tanıyan gazetecilerden biri de Falih Rıfkı Atay'dı. Falih Rıfkı Atay'ın Sel Yayınları'ndan çıkan Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri'nden adlı eserinde yer alan "Mustafa Kemal'i Unutamam" bölümünü aktarıyoruz:
Akşam gazetesi, İkdam Yurdu'nun bitişiğindeki aşı boyalı ahşap binada idi. Arka oda Boğazı ve limanı görür.
Eski İttihat ve Terakki merkezinden ve Dördüncü Ordu Şifre Kalemi'nden tanıdığım Cafer, o sabah beni ziyarete gelmişti. Temiz yürekli, sıcak gönüllü bir Rumeli çocuğu idi. Fazla okumuş yazmışlardan değildi. Fakat pek sezinişli, gördüklerinin, duyduklarının sevgi ve inanış sırrına varan sağduyulu bir efendi idi.
Mondros Mütarekesi'ni imzalamıştık. Ancak soğuk ölüm nefesinin duyurabileceği bir bitiş, bir sona eriş hissi içinde idik. Vatanperverliğinden hiç şüphe olmayan bir fikir adamımız:
-"Parçalayacaklar mı toptan mı alacaklar? Artık mesele bundan ibaret... Ah parçalamasalar da, İngiltere bizi toptan alsa Mısır gibi olsak..." diyordu.
Bu bir Türkçü, bir yazıcı, bir üniversite profesörü idi. Osmanlı seçkinleri bir ümide benzer her düşünceyi, Mısır gibi bir sömürge olmak fikrini bile zihinlerine uğratmazlardı. Şehrin havasında şimdiden bir sahip değiştirme hali vardı. İkide bir caddelerde bir kalabalık... Çığlıklı bir kaynaşma... Gazeteye koşan bir havadis verir:
-"Ayasofya'ya çan takacaklarmış."
Ayasofya'yı kurtarmak için yokuştan çıkanlara bakardım. Yalnız halk idi. Kravatsız, ütüsüz, başıbozuk halk...
Cafer de bitkinlik içinde idi. Sigara paketini uzatırım:
-Off... der.
İkram ettiğim kahveyi getirirler;
-Off, der.
Bir müddet sonra gözleri yaşararak:
-Bak, dedi, beni pencereye çağırdı.
İngiliz donanması limana giriyordu. İrili ufaklı tekneler Üsküdar ve Sarayburnu sularına dağıldılar. En büyüğü ağır ağır geldi, Galata rıhtımına yanaştı. Hepsinin topları havaya dikilmişti.
Zafer, Osmanlı İmparatorluğunu yere serenlerin zaferi. Padişahın oturduğu Dolmabahçe Sarayı'nın yarım veya bir mil açığına demirlemişti.
O pençe, derin ve onulmaz ıstırapların pençesi, bütün tırnaklarını boğazımıza geçirmişti. Hiç kıramıyorduk.
Bir aralık Cafer'i deli olmuş sandım. Birden gözleri kurudu, iki yumruğunu pencereden zafer filosuna doğru sıkarak:
-Biz sana gösteririz, dedi.
Çıktı, gitti.
İşte Mustafa Kemal 19 Mayıs'ta, silah ve kuvvet olarak, o sırada bütün halk, yokuşun halkı olan bu delikanlının sıkılmış iki yumruğu ile Samsun'a ayak bastı. (Sürecek)