İslam dini, dinin temel inanç ve kuralları dışında herhangi bir şeye evet veya hayır denmesinin mümkün olduğunu bize öğretmiştir. Elbette bu "herhangi birşey"; akla, toplum menfaatine, doğru olana, âdil olana, kişi hürriyet ve kimliğine zarar vermemeye göre değerlendirilir. Fakat bu ölçütler ve değerler istismar edilmemelidir. İslam dini, inanç ve kurallarıyla beraber kendini toptan kabul veya redde dahi açıktır. Ancak, inanan veya inanmayanların birbirlerini zorlamaları, biribirine zarar vermemeleri istenmiştir. İnanmayanlar, İnananların "imkânları"na ve "gerekleri"ne engel olmamalıdır. İstenen budur. Hepsinin birlikte yaşayabilmesine ait ilkelerin ve tarihî tecrübelerin şahâne örnekleri vardır. Olumsuz yaşanmışlıklar, zaten sırıtıp durmuştur. Bu genel çerçeveyi IŞİD zihniyetinde olanlar dışında hemen hemen her Müslüman bilir veya sezer. IŞİD zihniyetinin ise İslamla ilgisi yoktur.
Sezar diye bir tip yoktur
Önemli bir karar arifesinde bulunan Türk Milletinin durumu söz konusuyken neden hemen İslamla söze başladık? Dindar olduğunu söyleyerek yola çıkanlar, hayatımızı etkilemeye devam ediyor. Her türlü iddiaya ve icraata rağmen Türk Milletinin maddî ve manevî dünyası allak bullak olmuştur. Bazı hususları doğru bilmemiz, doğru anlamamız, sorumluluklarımızın bilincinde olmamız, insanlık adına, bunun daha özel ve anlamlı şekli olan İslam adına elzemdir. Sonuçta millî bilinçte kendini gösterecek sorumluluğumuz, yanlış, eksik bilgi ve temeller üzerine oturmasın.
Bilindiği gibi modern bir devletin özellikleri şunlardır:
1. İktidarı halkın tayin etmesi, 2. Ayırım yapmayan kanunlarla toplumun yönetilmesi, 3. Hürriyete yer vermesi, 4. Kuvvetler ayrılığına yer vermesi, 5. Dünyadan, yani diğer toplumlardan kendini soyutlamaması
Bunlardan bir tanesi bile eksikse, o devlet, devlet olma vasfını kaybetmiş demektir. İktidar ve yönetim üç şekilden biri ile tayin edilir:
1. Sözleşme ile, 2. Zorla, 3. Verasetle. Verasetle olan, zorla olanın devamı niteliğinde bir şekildir. Sözleşme, toplumsal sözleşmedir, fert-toplum çelişkisinin çözümünün, bir senteze ulaşmasıdır. Bunun pratik şekli zamanına göre, bey'at ve seçimdir. Bey'at, zannedildiği gibi mevcut ve dayatılan birilerine itaat anlamında değil, alternatifler karşısında tercih anlamında birilerinin kabulü anlamındadır. Kalabalık olmayan toplumlarda, basit şekli, el sıkışmak veya kimi tercih ettiğini sözle beyan etmekle olurdu. Daha sonra bu, seçim sandıklarına dönüşmüştür.
Hürriyete ve kuvvetler ayrılığına yer vermeye gelince, bununla tek adam baskısı ve zulüm önlenmiş olur.
İslam ne diyor? "İtaat iyi olanadır, kötülükte itaat olmaz" diyor. (Müslim-İmare, 38-40) Hz. Peygamber, son hutbelerinden birinde "Kendinizi esirlikten kurtarmaya çalışınız" demiştir. (Keskioğlu - Berki, Hz. Muhammed'in Hayatı, 423).
Ayırım yoktur, imtiyaz yoktur. Sezar diye bir tip yoktur. M. A. Ubicini'nin dediği gibi, sıradan biri, kendisine tokat vuran bir kabile reisine, devletin emriyle aynı şekilde tokatla misilleme yapar. (Ubicini, Türkiye 1850, I. 79-80).
"Haksız hükümdar karşısında doğruyu söylemenin bir fazilet olduğu"nu, "yanlışlıkta ittifak etmeme"yi, söyleyen Hz. Peygamberin kendisidir.
Dini kutsallık ve ruhbanlık yoktur. Yetki, yanılmazlık, bugün üretilen günah işleme özgürlüğünün bazılarına imtiyaz olarak verilmesi, bu kutsallığa dahildir. Siyasette tek adam, bir çeşit siyasi kutsallıktır. Siyasette kutsallık, dini kutsallıktan daha tehlikelidir. Osmanlı Devleti, bu siyasi kutsallık için dini çiğnemiştir. Devletin kutsallığı (gerçekte hanedan kutsallığı), kundaktaki bebelerin, kardeşlerin öldürülmesine yol açtı. Devletin ebed müddetliği sanki başka türlü sağlanamazdı, insan aklı bu kadar kısır ve sapkındı. Siyasi kutsallıkla devlet-i ebed müddet sağlanamazdı, nitekim sağlanamadı. Cumhuriyetle yenilenmeseydi, devlet mevlet kalmayacaktı.
Yanılmazlık sadece vahye aittir
İslamda demokratik bir anlayış mı vardır? Bunu mu demeye getiriyoruz? Evet. Meseleyi, anarşi ve kaosa götüren bir hürriyet istismarı, her kafadan bir ses şeklinde anlamazsak, elbette İslamda bir demokrasi anlayışı hakimdir. Din konusunda Peygamberin durumu özeldir. O, toplumda kurucu olarak yeni hayat tarzını başlatmıştır. Peygamberin dışında kim varsa, ehliyete, tercihe, seçime tâbidir. Gerçekte peygamberin kendisi de seçilmiştir. Ancak, Allah tarafından seçilmiştir. Peygamber dünya işlerinde, ki siyaset demektir, danışır, tecrübelerden faydalanır.
Hz. Peygamber ayırımları kaldırmış, Arap oligarşisinin yıkıntıları üzerine demokratik bir toplum inşa etmekle işe başlamıştır. Din ve vahiy dışında, dünya işlerini sorarak, danışarak yerine getiriyordu. Arkadaşları (sahabe) önemli gördükleri bazı hususlarda: "Ya Resulallah, bu senin şahsi görüşün müdür, yoksa bu konuda vahiy mi var?" diye soruyorlardı. Ona göre cevap vereceklerdir. Yanılmazlık sadece vahye aittir. "Dinimize ait birşey söylersem alın, kendi görüşümle birşey emredersem, ben de insanım" sözü, bizzat Hz. Peygambere aittir. Kendisinden sonrakiler de bunun bilincinde olmuşlardır. Kendilerinde masumluk (yanılmazlık) olmadığını bilen Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi yöneticiler, işlerini ve yönetimlerini din gibi göstermemişlerdir. (Bkz. M. Ammara, İslam Devleti, 21-45). Hz. Peygamber bazı meselelerde, o günün iki büyük devleti ve medeniyeti olan Bizans ve İran'da işin nasıl yapıldığının araştırılmasını istemiştir.
İslam'da demokrasi anlayışı
İslam, toplumun küçümsenmesini asla istemez. Kur'an şöyle der: "Firavun kavmini küçümsedi, ama onlar kendisine yine de itaat ettiler. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir kavimdi." (Zuhruf 54).
İslamda demokrasi anlayışı şu ilkelere dayanır:
1. Sorumluluk, 2. Haklarda eşitlik, 3. Hürriyet, 4. Şûra (istişare, danışma), 5. Sözleşme (hey'et, seçim), 6. Kuvvetler ayrılığı.
Demokrasiyi çağrıştıran ve kuvvetler ayrılığını işaret eden ilke açıkça görülür. "İçinizde ma'ruf (iyi bilineni) emreden, münkerden (kötülükten) alıkoyan kimseler daima bulunsun" (Âl-i İmran 104). Demek ki hüküm, sadece baştaki yöneticinin değil, hak ve adaletin, doğrunun garantisi ve son dayanağı olarak daima bir gruba, heyete, kimselere ait olacaktır. Ebubekir Ali'ye veya Ömer'e, Ömer Ali'ye ve Osman'a danışıyordu. Tek başına hüküm vermiyorlardı. Hz. Peygamber dönemi dahil, birçok yere hâkim tayin edilmiştir.
Batılı İslam sosyoloğu Jean Paul Charnay'a göre, "İslam yönetimi bir teokrasi değildir. Eylemin insan aklı için formüle edilmiş şekliyle doğrudan logos (külli akıl) üzerine dayandığı bir sistemdir." (Charnay, Sociologie Religieuse de l'İslam, 59). Bu akıl, hukukun üstünlüğüne açılır. Devlet, hukuk devleti olur. Yani hukuk kurallarına devlet de tâbidir. "İslamda kanun yapma kudretinin, resmi müdahaleleri dışında kalan ve resmi sıfatı olmayan alimlere emanet edildiğini tarih göstermektedir" (M. Hamidullah, İslama Giriş, 17).
Hürriyete ve kuvvetler ayrılığı ilkesine yer vermeyen otoriter devletlerde, icra gelişmiş olabilir, ama toplumun düşünmesi felce uğramıştır. Çünkü herkesin yerine, otoriteyi elinde bulunduran düşünür. Demokraside icra zayıf görünür, fakat paylaşılan bir düşünce geliştiği için, icra daha isabetli olur. Ancak demokrasi istismar edilirse, orada da bozulma başlayabilir. Malik Binnebi'nin dediği gibi, "Halk, artık alkışlamaktan gayrisini yapmayan bir dinleyiciler kitlesi, bir seçim sürüsü, tesadüfe kendini bırakmış bir kör kervanı" haline gelebilir (Malik Binnebi, Cezayir'de İslam'ın Yeniden Doğuşu, 35). Şunu demek istiyoruz ki, seçmek ne kadar önemli olursa olsun, dayanılan ve güvenilen güç, çoğunluk da olsa, tek taraflı bir sultaya dönüşebilir. Güç ve yetkinin paylaşılması daha uygundur. Aksi halde tek taraflı yükselen bir otorite, zulme varabilir. Adalete ve hakkaniyete, doğruluğa yol tutulmalı, sayıya ve çokluğa saplanıp kalınmamalıdır. İslam buna da dikkat çekmiştir. Çokluğumuzun ve çoğunluğumuzun bizi böbürlendirdiği ve fakat faydası olmayabileceği ihtarı yapılmıştır (Bkz. Enfal, 19; Tevbe, 25).
Cehalete yüz verilmemeli
Siyaset ve yönetim alanında iki çatışkan husus, demokrasi ve hiyerarşidir. Bu çatışma doğru yorumlanıp, bir senteze ulaştırılmazsa, hele bunlara hukuki zaaf da eklenirse, durum, anarşi ve kaosa kadar gidebilir. Türkiye'de çatışma veya farklılıkları dengeleyen Cumhuriyet'e karış bir güvensizlik yaratılmaya başlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir yıkıntının üzerine inşa edilmiştir. Yeterli bir olgunlaşma süreci gerçekleşmemişken işe başlamış olan yeni devlet, herşeye adeta yeniden başlamıştır. Yeni rejimin getirdiği birçok fazileti hazmedemeyenler, gizli-açık karşı çıkmışlardır. Hatalar tamir ve ıslah edilebilecek iken, toptan inkâr ve düşmanlık yolunu seçmişlerdir. Ne yazık ki inkârcılar, dayatma safhasına geçmişlerdir. Bugün Türkiye'de oluşturulan çok kötü bir duygu, alternatifsizlik duygusudur, alternatifsizlik algısıdır. Ümitsizliğin bir şekli olan alternatifsizlik, insana peşin bir hakarettir. Manevi dünyamızda küfre yaklaşan bir duygudur. Çünkü ümitsizliğe İslam kapıları kapalıdır. Bir yönüyle iman demek olan Allaha güveni ortadan kaldırır. Ümitleri ve geleceği çıkmaza sokan alternatifsizlik, insanın ve toplumun iflası, pratikte demokrasinin sonu olur.
İnsanlarımız, cehalete yüz vermemeli, menfaat oltalarına kapılmamalı, hak ve adaleti asla kaybetmemelidir. Siyasi, iktisadî oltalara av olmamalıdır. Bunların üzerimizde uçuştuğu günlerde karar verirken, bilinçli olmanın vaktidir.