Münasebetsiz bir yazı
Her dönemde egemen odakların, sınıfların ve mesleklerin kullandıkları ölçüler ve değer yargıları birbirinden farklıdır. Şan, şeref ve namus feodal değerlerdir. Dürüstlük, dakiklik, kültürseverlik ve aşırı duyarlılık bürokratik değerlerdir. Sermaye, kar, faiz ve temettü liberal/burjuva değerlerdir.
Her sosyal ve ekonomik aşamanın kavramları, normları ile değerleri kendine özgüdür ve özeldir. Bu durum tarihin bir aşamasında bir değerin, başka bir değerle yer değiştirmesinin de ötesindedir. “Padişahım çok yaşa” dan, “Kurtar bizi Tayyib” e geçiş nitelik olarak da büyük bir dönüşümü göstermektedir. Monarşinin değerleri ile cumhuriyetin değerleri içerik olarak da birbirinden farklıdır.
Montesquie, erdem, şeref ve korku gibi üç temel siyasal duygudan söz eder: Cumhuriyetin erdeme, monarşinin şerefe, diktatörlüğün korkuya dayandığını söyler.
Korku, şeref ve erdem toplumların/bireylerin davranışlarına sırasıyla yön vermiştir. Günümüzde bu üç kavrama yüklenen anlamla geçmiş dönemlerde yüklenen anlamlar çok farklıdır.
Milletlerin davranışını belirleyen faktörlerin farklılığı, onların zihniyetlerinin de farklı olduğu sonucunu göstermektedir. Montesquie’nün belirttiği gibi “Çinlileri davranışlar yönetir; yasalar Japonları baskı altında tutar. Bir zamanlar Isparta’da örnek olan ahlaktı; Romalılara yol gösteren, yönetim biçimi ve eski geleneklerdi.”
Montesquie, Türkler için bir hüküm yürütmemiş onu da biz söyleyelim: Türkler de başlarıyla yönetilir. Başına, Bey’ine, Hakanına, Padişahına bu denli bağlı bir halkın tarihte az sayıda örneği vardır. Türkiye’de hükmetmek ve haklı olmak için devletin/milletin başında olmak yeterlidir.
Toplumların geçiş dönemleri aynı zamanda bunalım dönemleridir. Kriz ve bunalım dönemlerinin felsefesi ve değerleri oldukça karmaşıktır. Hatta geçiş dönemlerinde toplumlar değer kaosu yaşarlar. Kavramların karıştığı, ölçülerin altüst olduğu, saygı duyulacak ortak hiçbir normun kalmadığı dönemler aynı zamanda geçiş dönemleridir. Modernizm bu tür geçiş dönemlerinin ideolojik gerekçesidir. Kalıcılığı, ısrarı ve ritüeli olmadığı için de şiddeti ve nefreti üzerine çekme yüzdesi düşüktür.
Neticede beğenmediğinizi tedavülden çekersiniz. Hoşa gitmeyen zor ya da sıkıntı veren sanat, edebiyat, fikir ve değerleri görmezlikten gelirsiniz olur-biter. Giymek istemediğinizi gardırobun en netameli köşesine tıkarsınız. Bu sanatta, edebiyatta, siyasette olduğu gibi sosyal hayatta da böyledir. Modernizm aynı zamanda ilişkileri “pamuk ipliği” ile kurar, fonksiyonları ile birbirine bağlar ve bireysel yüzün yalnız bir tarafı ile sevgiler ve saygıları sundurur.
Bu yönü itibarıyla modernliğin, ahlakın ve bireyin arasındaki ilişkileri irdelemek bize önemli ipuçları verecektir. Alain Touraine’nın dediği gibi ’Modernliğin tarihi, birey, toplum ve doğa arasındaki yavaş ama kaçınılmaz bir kopmanın da tarihidir... Modern toplumda, ailenin çözülmesiyle birlikte tecrit edilen birey, toplumsal iktidarların keyfine bağımlı kılınmıştır’.
Modernliğin kitle üretim ve tüketimine dönüşmesi ve aklın saf dünyasının artık modernlik araçlarının en vasat, hatta en akıldışı taleplerin hizmetlerine sunan kalabalıklar tarafından istilaya uğramış olması ve modern aklın dünyasının, yüzyılımızda modernleşme siyasetleri daha çok demagog diktatörlere bağımlı olması entelektüellerin tepkisini çekmiştir.
Her şeyin ötesine geçildiği bir dönemi yaşıyoruz. Felsefede, edebiyatta, üretimde, tüketimde ama her şeyde bir “post” dönemi yaşanmaktadır. Geçiş dönemleri toplumların olduğu kadar değerlerin de sırat köprüsüdür. Toplumsal anaforlar dönemlerinde çok az değer olduğu gibi kazasız-belasız karşıya geçebilmektedir. Her şeyin değişip dönüştüğü bir çağda geleneksel biçimiyle insan olmak ve insan kalmanın ne kadar zor olduğu böylece bir kez daha anlaşılmaktadır. Şunu unutmamak gerekir ki; mükemmel bir bireyin özü; aynı zamanda tam olarak mükemmel bir toplumsal cevherle yoğrulmuş değerler manzumesinin de özüdür.