Heyet-i Murahhasa Reisi kendilerine, “Rum meselesi”ni bilenler için manidar bir iltifat gösterdi. Çünkü, yabancı entrikalar sayesinde ortada bir “Rum meselesi” yok muydu? Hatta bir ara, Rumlar ayaklanarak Samsun’a hâkim olmuşlardı. İşte, o zaman, Ankara hükûmeti, Samsun’a, önce ayaklanmayı bastırması, sonra da, kendileri Türk ırkından oldukları hâlde öz kardeşlerine karşı isyan ettiklerini ispat eden, hayret verici bir hakikate dayanan delillerle kendilerini teskin etmeyi başaran çelik iradeli bir zat göndermek akıllılığını göstermişti.
Bunun üzerine sakinleşen Rumlar düşündüler ve menşelerini itiraz kabul etmez bir şekilde ortaya koyan delilleri tamamen ve kat’î olarak teslim ile Ankara hükûmetine tamamen hak verdiler. İnsan, “Müslüman Türkler”in konuştuğu aynı lisanı konuşan bu Türk asıllı Rumların simalarını görüp konuşmalarını dinleyince derin bir hayrete düşer. Bunları hakikî kardeşlerinden ayıran dinlerinden başka bir fark yoktur.
Bunlar İstanbul’daki Ortodoks Kilisesine bağlı olmakla beraber bütün dualarını halis Türkçe olarak tekrarlamaktadırlar. Türklerle aynı tipte, aynı lisanı konuştuklarında Fener Patrikhanesi’nden ayrılarak kendilerine Anadou’da müstakil bir kilise kurmak için müracaatta bulunmuşlardı. Bu Rumlar, Türkiye’nin Karadeniz sahilinin hemen tamamını işgal etmekte olduğundan mühimce bir zümre teşkil ederler. Bunlar, ayaklanmaları bastırıldıktan sonra, yüksek mevki ve makamlarda vazife aldılar ve hükûmete karşı büyük bir hüsnüniyet gösterdiler. Mutasarrıflıkta verilen büyük ziyafette heyecanlı nutuklar söylendi. Heyet-i Murahhasa Reisi de, bunlara yorulmak bilmez gayreti ve mutadı olan sükûneti ile cevaplar vererek Avrupa’daki vazifesinin gayesini ve gerek Paris’te, gerek Roma’da kendilerine gösterilen iyi karşılamayı kısaca izah etti. Böylece herkese ümit ve teselli sözleri söyleyerek kaçınılmaz bir muvaffakiyet intibaı yarattı. Ziyafet müddetince bir askeri bando millî havalar çaldı. Bu, bizleri bekleyen vatanın sanki ilk karşılayışı idi. Ertesi sabah saat 9’da bütün eşrafın ve ahaliden bir kısmının refakat ettiği (katıldığı) otuz iki arabadan müteşekkil heybetli mevkibimiz (kafilemiz) yola koyuldu. Bu refakat bir saatten fazla sürdü ve bu müddetin sonunda mola verildi.
İşte o zaman, gerek eşraf ve gerek ahali hep beraber, Heyet-i Murahhasa Reisine müteaddit teminat (çeşitli güvenceler) vererek, bütün vasıtalara müracaatla sonuna kadar mücadeleye yemin ettiler. Sonra, bayraklar ve üzerinde nefis hatla yazılmış levhalarla zengin bir surette donatılmış olan Samsun’u geride bırakarak, derin bir heyecan içinde bize refakat edenlerden ayrıldık. Şehri süsleyen levhalardan birinde şu yazılar okunuyordu: “Barıştan başka bir emeli olmayan bir milletin katlandığı ıstırapları ve kendisine reva görülen haksızlıkları bütün Avrupa’ya izah eden Heyet-i Murahhasa’yı selâmlarız.”
Mevkibimiz (kafilemiz) şimdi askerî muhafızların refakatinde yol alıyordu. Çok güzel olan yolun iki tarafını zümrüt tepecikler çevreliyordu. İlkbahar kendini tam manasıyla göstermekteydi. Her renkten sayısız çiçek, nazarları zevkle çekiyordu. Birden, ortalığa bambaşka ve baygın bir koku yayıldı. Uçsuz bucaksız yabanî menekşe tarlalarından geçiyorduk. İşte, o sırada mevkibimizde rikkati mucip (acıklı) bir hâdise vukua geldi. Mütevazı Anadolu menekşesini gören murahhaslar, bu remzî çiçeğin derinliklerinden yaralı vatanın cevherini toplayıp koklamak üzere arabalarından indiler. Bundan sonra yine arabaları ile tekrar yola koyuldular. Öğle yemeği, her zaman olduğu gibi, etrafı mükemmel surette techiz edilmiş (donatılmış) yiğit askerlerle çevrili, asır-dîde bir handa yenildi. Genç zabitlerin kumanda ettiği bu askerler unutulmaz güzellikteki bu yolu muhafaza etmekteydiler.