Medeniyet mi? Büyüklük mü? Manadan ârî (uzak) olan bu kelimeler de ne? “Tarihin altın harflerde yazacağı demir” hakkında hakikî bir fikre sahip olmak için şirin ve yemyeşil Anadolu’yu, harpten önce çok misafirperver ve çok zengin olan bu toprakları, şimdi çorak bir çöl haline gelen, her tarafı yanmış, her tarafı kanlar içinde bulunan Anadolu ile mukayese etmek lâzımdır. Elen ordularının askerleri, her geçtikleri yerde ebedî bir yara açtılar: Ancak uzak mazideki vahşi güruha yakışan bir istilâdan sonra “buralarda ot bile zor biter.”
Benim bu naklettiğim vakıalar, büyük devletlerce de bilinen vakıalardır.
* * *
Bütün mahrumiyet ve bütün ıstırapları ile bir kış muharebesi daha şimdidenufuklarda görünmekte. Harbin, Türklerin zaferi ile neticelenen bu safhası,harpte tabiî sayılan met ve cezir devrelerinden biri olarak görülmekte.
Avrupa’daki diplomatik müzakereler (görüşmeler) muhakkak kasten uzatılacak, düşman da bu tahrip muharebesini, zulmün bütün incelikleriyle birlikte idame ettirmek isteyecektir. Hakikatin gizlenmesi yine devam edecektir. Mümeyyiz (seçkin) vasfı müsamaha (hoşgörü) olan bu millete karşı gösterilen bu kin neden, ya Rab?
Bu zaptedilmez, hudutsuz şiddet nedir?
“Patriğin şahsı masundur” diyen ve kendisine önceki patriklerin haiz oldukları bütün hak ve imtiyazları bahşeden İstanbul’un kudretli fatihi II. Sultan Mehmed’in halefleri ne kabahat işlemişlerdi?
Ancak, kendilerini müdafaa için harp eden bu halim selim insanların sakin seciyelerini inkâra tasaddi etmek (girişmek), Türk tarihini ve bu asil ırkın ruhiyatını iyi bilmemektir.
Vekar ve sadakatleri dolayısıyla evvelce Türkleri metheden İngilizler, kanlı Çanakkale Muharebesi’nde, Gelibolu Yarımadası’nı tahliye ettikleri sırada, “Almanlar için değil de” silâhşor düşmanları için her türlü nefis yemeklerle donatılmış sofralar hazırlayarak Türklere karşı son bir defa ve biraz olsun dostluk göstermemişler miydi?
General Townshend kendisine gösterilen umulmadık misafirperverliği unuttu mu?
Türkler, Çanakkale Boğazı’nın zorlanması sırasında isabet alan ve batmak üzere bulunan bir Fransız zırhlısının karşısında, harp kanunlarının başlattıkları işi bitirmelerine müsaade etmesine rağmen, ateşi kesmek ve sahildeki Türk askerleri, “Şerefle ölen Fransız denizcilerine şan olsun” diye bağırırlarken topçular da bu kahraman muharipler şerefine bir salvo ateşi endaht etmek (atmak) suretiyle ulvî vazifelerini asla ihmal etmemişlerdir. Mütarekeden beri Türkiye müstesna, her millet silâhlarını terk etmiştir. Bu memleket, hakikî bir bozgun neticesi değil, daha ziyade Bulgar felâketinden sonra, Trakya ve İstanbul’un doğrudan doğruya tehdit altına girmesi dolayısıyla 1918 Teşrin-i Evveli’nde (Ekim) teslim olmuştur.
Reis Wilson’un vaatlerine itimat eden Türkiye, bilhassa silâhtan tecrit edilmiş (arındırılmış) olduğu için, her taraftan ve hiç umulmadık bir şekilde, taarruza uğrayacağını zannetmemişti... “En kuvvetlinin delili en makbulüdür.” Bilhassa Müslümanları alâkadar eden bir meselenin halli mevzuubahis olduğu zaman!
Bu Müslüman memleket harbe başlamamış olmasına rağmen en zalimane bir şekilde parçalanan memleket olmuştur. “Mağlupların vay haline!” Türkiye’yi bugüne kadar işkence altına alan bu amansız kaidenin bu memlekete tatbik olunduğunu kim inkâr edebilir?