MUKADDES ANKARA’DAN MEKTUPLAR -41-

MUKADDES ANKARA’DAN MEKTUPLAR -41-

“İyice bak, vücudumda yara almamış bir yer olup olmadığını söyle”

esat-atalay-001.jpg
Aynı Gün, Afyonkarahisar Safa Oteli

Buraya akşam saat sekizde vâsıl olduk. Bekleyen araba bizi oldukça büyük bir binaya götürdü. Burası Miralay Halid Beyin ikametgâhı idi. Birçok yerinden yaralanmış olan bu kıymetli asker şimdi de İnönü’de yaralanan sağ kolunu iyileştirmekle meşguldü. Kendisine elektrikle masaj yapılıyordu. Gençlik, cesaret ve faaliyet ziyasının parladığı bu güzel simayı hiç unutmayacağım. Akşam yemeğini beraberce yedik. Maceraların anlatılması ile dolu olan bir gece sohbetinden sonra bizi otomobili ile bizler için hususî olarak ihzar ettirdiği (hazırlattığı) Safa Oteli’ne götürdü.

Ne çok hatıratı var! İnsanları arkasında sürüklemesini, askerlerini istediği gibi sevk ve idare etmesini bilen bu zata nihayetsiz derecede itimadı olan buradakiler de prestiş ediyorlar.

“Safa” Oteli’ndeki odamda düşünüyorum. Ne kadar çok büyüklük ve cesaret eseri duydum ve gördüm. Bütün gece zihnim hummalı bir faaliyet içindeydi. Miralay Halid’i, İslâm tarihinin ilk senelerindeki meşhur kumandan Halid İbn-i Velid ile İslâmiyet’in inkişafı ve şaşaasına bunca yardımı dokunan ve “Seyfu’llâh el-kati” yani “Allah’ın Keskin Kılıcı” denilen zat ile mukayese ediyordum. Miralay Halid emirlerini, şimdi sol eli ile yazıyor. Kendisini yaralandığı bir muharebeden sonra yarasını iyileştirmeye çalışan bir dostuna “İyice bak, vücudumda yara almamış bir yer olup olmadığını söyle” diyen, eski zamanlardaki müsabihi (arkadaşı) ile mukayese ediyorum.

Avn-i İlâhî her cihetle rakipsiz olan bu milletin üzerinden eksik olmasın. Başka bir devirden kalma zannını uyandıran, tasavvuru imkânsız fedakârlıkların yüküne tarifi nakabil (olanaksız) bir tahammül gösteren ve kırılmaz bir cesaretle mücadele eden bu milletin yüksek cevherini anlayabilmek için, insaniyetkâr Avrupa sayesinde içinde yaşadığı muhteşem inzivayı benim gibi görmüş olmak lâzımdır.

Ben artık hiçbir büyük devlete hitap etmiyorum. Çünkü görmüş olduğum şeylerden sonra bunda faide yok, tamamıyla abes. Avrupa’nın, Türkiye’nin ölmesini istediği aşikâr. Böyle olmasa Anadolu’da cereyan eden hadisat karşısında, bilhassa milletlerin “selâmet ve hürriyet”i için dört yıl harp ettikten sonra sükût edebilir miydi?

Ben bir davayı müdafaa etmiyor, yirminci asrın ortasında cereyan eden hâdiseleri müşahade ile iktifa eyliyorum (yetiniyorum). Yaşayan görür. Adalet-i İlâhiye seyrine devam edecektir.

Fındıklı, 16 Mayıs

Sabah saat sekizde Afyonkarahisar’dan müfarakat ettik (ayrıldık). Beş arabalık bir kol teşkil ediyorduk. Celâlettin Arif Beyle ben, rahat bir faytonda idik. Antalya’nın bize refakat eden yeni mutasarrıfı Fahrettin Bey ikinci arabayı işgal ediyordu. Sonra Kaymakam Aziz Bey ile Antalya eşrafından biri ve nihayet eşyalarımızı taşıyan iki yük arabası. Müfarakatımızdan (ayrılışımızdan) bir saat sonra yolda, Afyonkarahisar’a doğru ilerleyen seyyar müfrezelere tesadüf ettik. Daha sonra büyük bir piyade birliğine rastladık. Bu birliği teşkil eden askerler, muhtelif patikalardan, muhtelif istikametlerden gelerek ovaya yayılıyor, orada tabur haline girerek aynı şehre gidiyorlardı.

Bunlardan sonra topçu geliyor, bunları da öküzlerin çektiği birkaç top takip ediyordu. Bunları da, sonu gelmeyen süvarilerin refakat ettiği cephane arabaları takip etmekteydi. Bu yakında başlayacak olan taarruzu önlemek üzere, öteye beriye dağılmış olan askerlerin tecemmuu (toplamı). Ben, böyle bir plânı pek çok takdir ederim. Zira İzmit’ten başlayıp, Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar’dan geçerek Burdur civarına kadar uzanan beş yüz kilometreden fazla bir cephede, kuvvetlerin kesif (yoğun) olması icap eder.