1919 yılında Ankara, yirmi bin nüfusu ile gelişmemiş bir köyü andırmakta; yerleşim alanı kale ile bugünkü Ulus Meydanı arasında uzanmaktadır. Kaleden güneye ve kuzeye doğru seyrekleşerek inen evler, tipik bir Osmanlı kasabasını andırmakta, iki katlı, kerpiçten duvarlı, çatılı, damı kiremitle örtülü evler çoğunluktaydı. Şehir daracık sokaklı, köhne ahşap evli ve bol minareli bir görünüşe sahipti. Şehir merkezi, kalenin etrafında ovaya doğru uzanan Ulucanlar, Hamamönü, Samanpazarı, Kaleönü ve Hacı Bayram gibi bugün de varlığını koruyan mahallelerden oluşuyordu.
Evlerin seyrekleştiği kenar mahallelerden sonra Keçiören, Etlik, İncesu, Çankaya ve Dikmen’de zengin gayrimüslimlerin ve Ankaralıların oturduğu bağ evleri bulunuyordu. Ağaçtan, yeşillikten yoksun ve çıplak bir bozkırı andıran şehirde Taşhan, İttihat ve Terakki Kulübü (Bugünkü TBMM), Hacı Bayram Camii, Cebeci Abidin Paşa Köşkü ve Keçiören Ziraat Mektebi gibi birkaç resmi taş binanın dışında dikkati çeken bir yapı yoktu.
Ulusal Bağımsızlık Savaşı başlarken “Anadolu’nun ortasında çorak, bakımsız ve kerpiç evli küçük bir şehir” olan Ankara’yı Halide Edip, “Millî Hareketin Kâbe’si” olarak nitelendirmektedir: “... Bazen Ankara’dan ’En Kara’diye bahsederler. Fakat şurası bir gerçektir ki, havası bu kadar sert olan yer çok azdır. Tepesindeki muazzam gök kubbe tarifi imkânsız sayısız renklerle doludur.” Lord Kinross ise o yılların Ankara’sını şöyle tasvir etmektedir:
“... Anadolu yaylasının göğsünde ... yükselmiş bir çift tepeden başka bir şey değildi. Tepelerden birinin üstünde, Türklerin sayılı çarpışmalarına sahne olmuş eski Ankara Kalesi’nin yıkık duvarları yükseliyordu. Kalenin sırtlarıyla çevresi ve içi, zikzaklı yokuşlar ve gübre yığınları arasında tavşan yuvasına benzeyen, ama içinde insanların yaşadığı dam dama, kafes kafese yıkık dökük kerpiç evlerle doluydu. O sıralarda Ankara’da, gıcırtılı kağnılar dışında tek taşıt aracı olan köhne at arabaları, yağmurun bol olduğu bu mevsimde, taşları çamurla kaplı yokuşlara güçlükle tırmanabiliyorlardı. Aslında Ankara şimdi büyücek bir kasabadan başka bir şey değildi. Savaş sırasında bütün bir kesimini yok eden büyük bir yangından sonra nüfusu yirmi bine inmişti. Bu yangından kalan kara lekeler, kalenin eteklerinde birer yara izi gibi duruyordu. Kaleden çepeçevre çıplak ve ağaçsız bir ova görülüyordu. Burası kışın kar altında kalır, yazında güneş altında kavrulurdu. Tek tük bir iki kuyu ve yağmur yağdığı günler dışında, su yüzü görmezdi. Biraz uzaklardaki alçak, sarp, dalgalı, renksiz sıradağlar yöreyi çevrelerdi. Ankara kışın bataklık haline gelen geniş, boş bir araziden öteye geçememişti...”
* * *
1920’nin Ankara’sı, yorgun ve yoksul bir bozkır kasabasıdır. İstanbul’dan canını kurtarıp Ankara’ya gelebilen mebusların da, Anadolu’nun en ücra köşelerinden kimi zaman at sırtında, kimi zaman yürüyerek 10, 15 günde şehre ulaşanların da durumu aynıdır. Ankara’da konaklayabilecekleri yeterli koşullar yoktur. Mebusların çoğu, yurtsever, misafirperver Ankaralıların evlerinde kalırlar. Yanında yastığını, yorganını, döşeğini getirenler vardır. Damı akan Meclis’te yemeklerini kendileri yapar, kazana hep birlikte kaşık sallarlar. Isınması ve aydınlatması çok kötüdür Meclis’in. Eski saç sobalar ve gaz lambaları, kahvehanelerden toplanmıştır. Öğretmen okulundan getirilen sıralarda oturmaktadırlar. Meclis kürsüsü ise Ankaralı vatanperver marangozların hediyesidir.