Herkeste ve her adımda, emsalsiz bir hüsnüniyet, şayan-ı hayret bir azim ve nihaî gayeye varmak için mücadele etmek ve çalışmak arzusu var. Avrupa’da söylenen ve yazılanın hilâfına olarak, Anadolu’da ecnebilerden eseryok; cephe, garbın hiçbir hünerli vasıtasından ilham alınarak takviye edilmiş değil, henüz kapanmamış olan ve çoktan beri kanayan yaralara merhem olmak üzere Anadolu’ya hiçbir malî muavenet (yardım) gelmiş değil.
Düşman tarafı takviye etmek üzere gönderilen top, tayyare, otomobil, kamyon ve harp malzemesi, müstesna denizlerin ötesinden, cesaret verici, dostane, hiç, hiçbir şey, hatta ne biraz sevgi, ne bir şefkat, ne de Türkler için biraz olsun hakikî merhamet hissi de gelmiyor. Bu merhametsiz, amansız, şiddetli bir mücadeledir. Kışın şiddetli soğuğunda, yazın boğucu sıcağında vazifelerini kahramanca ifa edenlere, kışın korkunç soğuğundan, yazın merhametsiz sıcağından ıstırap çekenlere uzanan bir el yok. Evvelce Türkleri sevenlerden hiçbir müşfik kimse, şeref meydanında mütevazı bir şekilde şehit düşen bu adsız kahramanlara el uzatmaya cesaret edemediği gibi, ölümlerinden sonra ruhlarının azabını kabrin ötesinden teskin etmeye gelmiyor! Ve bunlardan binlercesi, böylece, mırıldanmadan, şikâyet etmeden geçip gidiyor!
Bunların acıklı hikâyesini acaba bilen var mı? “Millet tehlikede mi? Biz de buradayız. Yaşasın millet!” İşte, Anadolu askeri budur! Ah, şu sükûtun cürüme iştiraki yok mu! Millet Meclisi bazen haftada dört defa toplanıyor, bu arada, müstacel (acele) meselelerin müzakere edildiği hususî celseler de akdedilmekte. Şimdi altmış beş vilâyete taksim edilmiş olan Anadolu eskisinden daha müreffeh. Çünkü, eski vilâyet taksimatında bunların sahaları çok geniş tutulduğundan idareyi çok güçleştirmekteydi. Şimdi her vali nezdinde mütehassıs zevattan müteşekkil bir komisyon ciddi bir şekilde çalışarak kendisine muavenet (yardım) etmekte ve bütün faaliyetinden Ankara’daki merkezi hükûmeti haberdar etmekle mükellef bulunmaktadır. İmparatorluğun, valiler, müfettişler gibi eski memurları, gelerek arz-ı hizmette bulunanlarına hükümetçe, şahsî iktidarlarına göre, yeni vazifeler verilmiş.
Bir gün, Millet Meclisi Umumî Heyeti’nin toplandığı bir sırada, şehrin üzerinde uçan bir tayyarenin uğultusu duyulmuş. Tayyare Meclis binasının üstünde dolaşarak millete hitap eden kâğıtlar atmış. Bu kâğıtlarda, vatana ikinci tayyaresini hediye eden ve Samsunlu bir tüccar olan tayyare sahibinin muvaffakıyet temennileri yazılı imiş. Tayyareyi sevk ve idare eden zabit ile makinist şiddetle alkışlanmış. Her gün, hakikaten rikkati (incelik) celp eden bu gibi şahsî teşebbüs hareketleri görülmekte. Fakat, bunlar ne yazık ki bütün bir milletin susuzluğunu giderecek mahiyette olmayan su damlalarından ibaret kalmakta...
Ah, burada bulundukça insanların hodbinliği hakkında ne kadar da düşünce ve teemmüle (ayrıntılı düşünmeye) dalıyor... Şehrin muvakkat (geçici) olarak uyukladığı kısa ve sakin saatlerde insanın kendi kendisine ve sükût içinde yavaşça fısıldadığı bir hakikat vardır: Nüfuzlu ve muktedir her Müslüman, mütevazı ve meçhul kardeşi kadar iyilik yapsaydı, zavallı yaralılara yardım için, daha çok deva, sayılamayacak kadar çok olan dul kadınlar için daha çok mesken bulunur, harp yetimleri mütesellim vatanı içinde bulunduğu tasavvuru imkânsız sıkıntıdan daha az mustarip olurlardı. İslâm âlemi tarihinde ilk defa olarak bütün memleketlerdeki küçüklerin, büyük milletlerin büyüklerine vatanî hamiyet ve dinî gayret dersi verdikleri görülmüştür. Fakat: “Bilenler bildiklerini hatırlamaktan hoşlandıklarını cahillerin bilmesi lâzımdır.”