Karşılama merasimi birkaç dakika sürdü. Bundan sonra, Bekir Sami Beyi sağına ve Fevzi Paşayı soluna alıp garın yakınlarında, cadde üstündeki şirin köşküne gitmek üzere hat boyunca yürümeye başladı. Vekiller, mebuslar, murahhaslar, hepsi kendisini takım takım takip ediyorlardı. Birkaç evle tamamen asrî bir manzara arz eden bir otel geçildikten sonra bakımlı bir avlu ile çevrili olup girişinde Karadenizli askerlerin harikulâde bir şekilde nöbet bekledikleri şirin köşke gelindi. Mustafa Kemal Paşa, cümle kapısından girmeden önce, avludan geçerek Devlet Reisinin köşküne giren vekiller, Heyet-i Murahhasa Reisi ve H. Zade hariç, kendisini takip edenlerle vedalaştı. Paşa geçerken Karadenizli askerler selâm durdular. Bu, yüzleri yanık, pazuları kuvvetli şahane delikanlıların mükemmel bir talim ve terbiye gördükleri belli idi. Uzun boylu idiler. Siyah yünlü kumaştan yapılmış işlemeli elbiseleri vücutlarını iyice sarıyor, bellerinde mat gümüşten yapılmış saçaklı birer kemer bulunuyordu. Hususî işlemelerle dolu bir ucu arkalarına sarkan siyah başlıklarının gölgesi altında tavırları mağrur ve sert görünüyordu. Devlet Reisi, doğruca, sol tarafında kabul salonunun bulunduğu birinci kata çıktı. Burada her şey millî ruhu tecessüm ettiriyordu (belirtiyordu). Eşyalar, halılar, perdeler, en küçük teferruat, küçük eşya hatta küçücük biblolar bile yerli havayı aksettiriyordu. Bunlar, tehlikeli yıllarda yapılarak takdim edilen yurt işi yadigârlardı. Bakışlar, bir lahzada orta masasının örtüsüne takılır. Çünkü bu örtüye, bu merhametsiz harbin iptidasından (başlangıcından) beri mukaddes bir remiz olarak şu meşhur ayet işlenmiştir: “Zafer Allah’tandır ve gelmesi yakındır.” Koyu sarı kumaş kaplı mobilyanın yakınına yerleştirilmiş olan oymalı tahta veya Bektaşîlerin remzî taşı olan yeşil mermerden yapılmış ufak masaların üstündeki kül tablaları, sigara kutuları ile kibritliklerin hepsi Anadolu mamulü (yapısı) birer sanat eseridir. Bekir Sami Beyle bir vekilin oturdukları sağdaki kanapenin üstünde mecazî bir tablo bulunuyor. Biri kırılmış iki kılıcı, beyaz satenden bir zemin çerçevelemekte. Bu iki silâhın tebarüz ettirdiği (belirttiği) siyah işlemede şu mısra okunmakta: “Adaletin kılıcı zulmün kılıcını daima parçalar.” Kılıç ve ateşle mahvedilmeye mahkûm bir milletin hakk-ı hayatını hayalî fethi... Ve iki manayı ahenktar bir surette birleştirerek istiklâl fikrini tecessüm ettiren (gösteren) bu tablo karşısında, birkaç hafta evvel Avrupa’ca verilen gayr-ı kabil-i rücu (geri dönülmez) ölüm kararı insanın hatırına tevarüt ediveriyor (geliveriyor). Çünkü, onlarca İslâmiyet ile Yunanistan arasında bir intihap (seçim) yapmak için tereddüde mahal ve imkân yoktu!.. Şimdi, Mustafa Kemal Paşa konuşuyor ve - ne kadar şayan-ı hayrettir ki- herkese en âlâ nevinden Mısır sigaraları ikram ediyordu. Kahveler içildikten sonra mükâleme (konuşma) umumîleşti: Sonuçlanan uzun seyahatten, Avrupa’ca gösterilen kabul şeklinden, mukaddes vatan topraklarına dönüşten, asır-dîde (yüzyıllık) haklarını talep eden halkın heyecanından bahsedildi. Devlet Reisi kâh dinliyor, kâh, “Evet, bunca zahmet çekildikten, mücadele edildikten, hakikat anlatıldıktan sonra, bütün millet, kendisinin boğulmak istendiğini nihayet anladı ve Yunanlılar taarruza geçince, tek bir vücut gibi mücadeleye atıldı” diyordu.