O gün hava fırtınalı idi. Semayı kaplayarak havayı ağırlaştıran bulutlar ruha sıkıntı veriyordu. Ufuk, korkunç bir şekilde kararıyordu. Bu, acaba gelecekle birikecek olan gailelerin habercisi miydi? İlkbaharın büyüleyici güneşinden sonra, Ankara’ya çok yaklaştığımız bir sırada gelen bu tufan-âsa yağmur bütün kalpleri hüzünle dolduruyordu.
Eski bir topçu binbaşısı olan ve pehlivanca kuvvetiyle olduğu kadar nişancılığı ile de şöhret kazanmış olması, Merzifon Kaymakamına “Topla tavşan avlayan’’ gibi acayip bir lâkap takılmasına sebep olmuştur. Havanın hüzünlü olmasına rağmen Kaymakam Bey bizi fevkalâde iyi karşıladı. İngilizler, Mondros Mütarekenamesinden sonra Merzifon’a kadar ilerlemişlerse de, bu işgal İtilâf Devletlerince cebren (zorla) kabul ettirilen şartların hiçbirinde derpiş edilmemiş (göz önünde bulundurulmamış) olduğundan, o zamanlar buraların kumandanı olan cesur Refet Paşanın ısrarı üzerine, kasabayı boşaltmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu tarihî kasabadan, gidilecek yolun uzunluğu nazara alınarak, ertesi sabah erkenden terk etmek icap etti. Altmış kilometrelik bir yolculuktan sonra, Çorum’a varıldı ve Anadolu Oteli’ne yerleşildi. Buraya varışımızda henüz gelmiş olan resmî tebliği okuduk. Bu tebliğde, alev alev yanan bir Türk köyünde esir edildikten sonra, Türkiye’yi sonuna kadar fakirleştirip yozlaştırmak, bir daha kalkınamayacağı ümitsiz bir sefalete duçar etmek (düşürmek) üzere önüne gelen herkesi katletmek, her şeyi yağma etmek için hususî talimat aldığını itiraf eden bir Yunan zabitinden bahsediliyordu. Bu da barbarları medenîleştirmenin garip bir yolu değil mi? Asrî Ehl-i Salip seferleri, altı buçuk asır önce IX. Saint Louis’nin idare ettiklerinden ne kadar da hunhar (kan dökücü)! Bizler bu elemli düşüncelere dalmışken, birden sazlar çalmaya hünerli sanatkârlar, böylesine mürettep bir şekilde işkence edilen şarkın tarif edilmez halâvet (şirin) ve izah edilmez rehavetinin (ağırlığının) teganni ettiği şarkılar çalınıp söylenmeye başladı. Bu heyecanlı havaların mücadele, ıstırap, meraret (tatsızlık) ve hıçkırıkları, ahalinin anlatılmaz perişanlığı ve milleti temsil eden delegelerin derin kederiyle hem-ahenk düşüyordu.
Üçüncü Mektup:
Yahşihan İstasyonu 24 Nisan
Çorum’a kadar takip edilen yol fevkalâde güzel ve arabaların geçişine tamamıyla müsaitti. Fakat bu mevkiden pek çok meşakkatle (zorlukla) akşamın saat altısında muvasalat ettiğimiz (vardığımız) Sungurlu’ya kadar olan kısım, tasavvur edilemeyecek kadar bozuktu. Sungurlu’ya vaktinde varabilmek için Kızılırmak’ın kollarından on beş defa geçmek icap etti. Otuz iki arabalık bir mevkibin (kafilenin), muhafızları ile birlikte, su içinden geçerek bu küçük ırmakları katetmesi dünyada emsali olmayan, görülecek bir manzara idi. Çorum’dan ayrıldığımız sırada Heyet-i Murahhasa azası arasında heyetin muhafazasını teminen ihtiyat tedbirleri alınmasını gerektiren garip bir şayia dolaşmaya başlamıştı. Bu şayiaya (söylentiye) göre ekseriyeti Alevî veya Şiî olan Sungurlu halkı, bazı yabancı entrikalara inanmak gafletine düşerek, Ankara’daki hükûmete karşı hasmane (düşmanca) bir tavır takınmıştı. Bunun sebebi de güya sulh olur olmaz Sünnî olmayanların imha edileceği imiş!
Bu ise, garbın, şarklı kütlelerin kendilerince mefruz (ayrılmış) bulunan cahilliğine güvenerek, bütün Müslüman mezhepleri arasında mevcut rabıtaların (bağlantıların) infisah (bozulma) kabul etmez olduğunu hiçbir veçhile kaale (dikkate) almayan hayalperestliğinin mahsulü idi.