Akşama doğru, dereler ve ekili ovalarla çevrili şirin bir köy olan Çakallı’ya varıldı. Bu köy şimdi mıntıkanın askerî merkezi imiş. Mıntıka kumandanının daveti üzerine akşam yemeği kışlada yenildi. Yemekler nefisti ve askerlerce görülen hizmet şayan-ı hayret derecede düzgündü. Yemekten sonra murahhaslar, kışla önünde toplanan yüzlerce askerin, teşkil ettiği geniş dairenin ortasında askeri bandonun çaldığı havalara uyarak, alev alev yanan meşalelerin ışığında, oynadıkları oynak tempolu oyunları seyrettiler. Bu arada, küçük bir asker seyirciler içinden sıyrılarak meydana çıktı ve millî destandan hamasî parçaları coşkunlukla okudu. O esnada iki yanında yer almış olan diğer iki asker de, ellerindeki bayrakları, Türkiye’nin tarihine, fütuhatına, oynadığı role, müdafaasına ve nihayet istiklâli için vermekte olduğu mücadeleye ait mısralar okuyan askerin başı hizasında tutuyorlardı. Hazret-i Peygamberin mukaddes sancağını muhafaza uğrunda milletinin takriben yedi asırdan beri katlandığı ıstırapları anlatırken, küçük askerin sesi, heyecandan titriyordu. Vatanî nutkunu, “şerefle yaşamayı temin edinceye kadar mücadele edeceğiz’’ diyerek bitirdi.
Orada hazır olanların hepsinin gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu, insanı derin bir heyecana düşüren öyle azametli bir sahne idi ki, Heyet-i Murahhasa Reisi, hakikî takdirlerini ifade eden ümit dolu sözlerle, cevap vermek mecburiyetinde kaldı. Bundan sonra, eserleri daha şimdiden Türkiye’de beğenilen genç ve kibar bir muharrir olan ve Anadolu matbuatının “Heyet-i Temsiliye’’ nezdindeki siyasî mümessili olarak orada bulunan Ruşen Eşref Bey söz aldı ve küçük askere şunları söyledi:
“Millî şairlerimizin müntehap (seçkin) şiirlerini çoktan beri bilir ve müstesna büyüklükleri için severim. Amma bunları okur veya dinlerken asla bu akşamki kadar heyecanlanmadım. Bu heyecanı kalbimin derinliklerinde duymaklığım için bu şan ve şeref şiirlerini senin gibi kahramanın okuması lâzımdı. Ben de senin gibiyim; ben de sahip olduğum tek silâhı milletimin hizmetinde kullanıyorum. Mukaddes vatan topraklarını muhafaza için senin kılıcın var; benim silâhım ise kalemim.”
Daha sonra Anadolu matbuatının kıdemlisi ve İslâm dünyasında çok yaygın olan “Hâkimiyet-i Milliye’’ gazetesinin sahibi ve başmuharriri Yunus Nadi Bey; birkaç söz söyleyerek nutkunu şu güzel sözlerle bitirdi: “Silâhlar ve matbuat, başka tabirle cesaret ve zekâ, yani meşru emellerinin muvaffakiyeti için lüzumlu olan bu iki güce kahraman milletimiz sahiptir. Bütün halk da, ona, sonuna kadar ümit ve servetini verdiğinden, sabır ve tahammül dolu bu ulvî seneler zarfında katlanılan bunca fedakârlık ve tarife sığmaz feragati Cenab-ı Hak elbet parlak bir zaferle tetviç edecektir (taçlandıracaktır).’’
Bunun üzerine bütün askerler, hep bir ağızdan, “Sevgili vatanımız için ölmeye hazırız’’ diye bağırdılar. Böylece, derin heyecanlar içinde geçen bir geceden sonra ertesi sabah Çakallı’dan hareket ettik. Fakat mevkibimiz (kafilemiz) henüz hareket etmişti ki, yiğit bir atlının topluluğumuzu taşıyan arabalarımıza doğru ilerlediği görüldü. Bu yiğit atlı murahhasları saat onda Kavak’ta çay içmeye davet ediyordu.
Kavak, şirin bir tepe üzerinde kurulmuş sevimli bir kasabadır. Burada, sıralanmış kız ve erkek küçük mektepliler, ellerinde bayraklar, sulh elçilerini bekliyorlardı. Bizleri vatanî bir şarkı ile karşılayan öğrenciler Heyet-i Murahhasa Reisi’ne hitap ile hepimizi mütehassis eden (duygulandıran) nutuklar söylediler. Zaferle neticelenecek olan mücadelenin sonunda çıkabilecek müşkülâttan (güçlükten) ümitsizliğe düşülmemesini Bekir Sami Beyden rica ettiler.