Türkiye’de Türksüzleştirme politikaları yeni değildir. Târihî seyri içinde 1856 Islahat, 1839 Tanzîmât Fermânı ile İngiltere, Fransa, Rusya, bir parça Prusya (şimdiki Almanya), Osmanlı Devletini yok etmek için zorla, ıslâhât adı altında, mevcut azınlıklara kendi dilleriyle hayat hakkı tanıma, kaynaşma, insâniyet gibi mâsum görünen, ancak azınlıkları azdırma ve tepemize çıkarma ile neticelenen vahim düzenlemeleri yapmışlardır.
Hâl böyle iken II. Meşrûtiyet’in îlânı ile Osmanlı aydınları “Osmanlıcılık” ülküsüyle, insâniyetçi bir anayışla Osmanlı toplumunu yeniden inşâ etme yolunda çaba sarf edeler. Bu dönemde Türksüzleştirmenin sebeplerini anlamak için Ömer Seyfettin’in yazdıklarını bir kez daha dikkatlice okumakta fayda var. Zaman bizlere dili, terbiyesi, kültürü, târihi ayrı olan insanlardan ortak bir millet oluşturulmasının mümkün olmayacağını, “Osmanlı” düşüncesinin, geçmişe duyulan bir hasret olduğunu ve gerçek olamayacağını tecrübe ile göstermiştir.
II. Meşrutiyet, Trablusgarb’ı kaybedişimiz, ardından hızla ayaklanan Balkan devletleri karşısında olacaklara hazırlıksız yakalanan Rûmeli Türkü, tam da o sırada kendilerini hep Osmanlı diye adlandırırken Bulgar ve Yunan çeteleri “Türko” diye katliama başladığında Türk olduklarını anladılar. Ancak, artık çok geçti. Zîrâ, çok kısa bir süre içinde Rûmeli’de bir Türk katliâmı gerçekleşti ve ardımızda muazzam bir vatan coğrafyası bıraktık.
Tanzimatla birlikte uygulanıp II. Meşrutiyet ile perçinlenen Türksüzleştirme uygulamaları, Mustafa Kemâl Atatürk tarafından tersine çevrilmiştir.
Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutlayacağımız bu yıl, yine yeniden hortlatılmaya çalışılan Osmanlıcılık, yüz yıl önce emperyalist ellerce destekleniyordu. Bugünkü elleri ise, çok uzakta aramamak gerek.
Bugün Neo-İslâmcı iktidâr tarafından Türkiye’de sistemli bir şekilde Türk adı ve Türklük sembolleri hızla silinmeye çalışılmaktadır. Türklük değerleri, resmî kurumlarda yer alan “Türkiye Cumhuriyeti” ibâreleri, Türk vatanındaki bunca Türk’e rağmen silinip, yok edilmek isteniyor. Anavatanda aslî millet olan Türk’ün kimliği, etnik bir kimlikmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor, hem de bu ülkeyi yönetmeye tâlip olmuş kişiler tarafından. Bunu, nitekim, Türklüğü ayakları altına aldığını söyleyenlerin söz ve yaptırımlarında hepimiz görmedik mi?
Türkiye’de bu Türksüzleştirme politikaları, Türk’ü kendi öz vatanında yaşayamaz hâle getirme çalışmaları, kurucu lîderimiz ve başbûğumuz Gâzî Mustafa Kemâl Atatürk’ü îtibârsızlaştırma çalışmaları, Türk’ün hakkı olanı ülkeye âdetâ zorla doldurdukları çeşitli milletlere amme hizmeti yaparcasına, din kardeşliği, ümmet birliği adına dağıtan Neo-İslâmcılar, bu faaliyetlerini yalnızca Misâk-ı Millî sınırları içinde yapmıyor, Türk toprakları dışında da bu faaliyetlerine çeşitli konferans ve toplantılarla devâm ediyorlar.
Bu makâlede, Türkiye Cumhuriyeti’nden, Cumhuriyet’in kurucusu Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’ten iliklerine kadar rahatsız olan, Türk millî bayramlarını hiçe sayan, iktidâra sâhip olmuş gâfillerin Türksüzleştirme politikalarını Misâk-ı Millî sınırları dışında da yaptıklarından bahsedeceğim. Târih, müceret bir ilim değildir. Târih hayat içindir. Târih, milletlerin varlıklarını muhafaza etmek, kuvvetlerini inkişâf ettirmek içindir. Bu sebeple aşağıdaki satırlar Türk için önemlidir ve târihe not düşülmelidir.
20 Mayıs 2023 târihinde, Singapur Millî Kütüphânesi’nde “Osmanlı İmparatorluğu ve Maley Dünyâsı ile İlişkileri” adlı bir konferans düzenlendi. “Maley Dünyâsı Serîsi” başlığı altında işlenen bu konu, Singapur Millî Kütüphânesi’nin arşiv bölümünde bulunan ve âşinâ olduğum kaynaklar kapsamında idi.[1]
20 Mayıs 2023, sabah 10’da Singapur Büyükelçiliği’mizce düzenlenen 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlama programı da vardı. Sanırım bu sebeple bu toplantıya katılan Türk arkadaşları göremedim. Her iki program arasından birini seçmek gerekiyordu ve ben konferansa katılmayı seçtim.
Çeşitli Üniversitelerden akademisyenlerin dinleyici olarak bulunduğu bu toplantıda anlatılanları dikkatle dinlemem şart olmuştu. Zîrâ, konferansın ilk dakikalarından nasıl bir güzergâh çizileceği, az çok anlaşılıyordu.
Konferans, Singapur Millî Kütüphânesi’nde, târih alanında biri doktora, diğeri master yapmış iki Maley akademisyen tarafından, konferans odalarından birinde verildi. Çoğunluğu akademisyen kırk elli civârında dinleyicisi vardı. Konferansın konusu, “Osmanlı İmparatorluğu ve Maley Dünyâsı ile ilişkileri” idi. Konferansta kullanılan kaynaklar için İngiliz Akdemisi tarafından düzenlenen akademik araştırmaları kapsayan ve oldukça sağlam, objektif bir eser olan “Anadolu’dan Açe’ye” adlı Osmanlı-Güneydoğu Asya ilişkilerini diplomatik, ticârî, sosyal ve san’at ve edebiyat sâhalarında inceleyen eser esas alınmıştı, ancak bu kaynaklar yalnızca görsel olarak paylaşıldı, içeriğine dokunulmadı.
Konferans, anlatılacakların özeti niteliğinde bir sunumla başladı. 16. yüzyıldan günümüze İstanbul-Güneydoğu Asya ilişkilerinden, Hilâfet’in kaldırılmasından ve 20. yüzyılın başlarında yapılan Türk inkılâplarından bahsedildi. Endonezya’nın Mustafa Kemâl Atatürk önderliğinde düzenlenen Türk İnkılâbı ile yakînen igilenmesini oldukça ilginç bulduklarını, garip bir vücut dili ile ifâde ettiler. İşte bu noktada, anlattıklarına kendi inanç, fikir ve görüşlerini de ilâve etmeye başladılar. Böylece, toplantı akademik ve ilmî ölçülerden oldukça uzaklaştı. Bu toplantıyı düzenleyenlerin Cumhuriyet dönemine, inkılâplara ve Mustafa Kemâl Atatürk’e alerjileri olduğu âşikârdı. O gün Türkiye’den 9 bin kilometre uzakta şu sözler sarf edildi:
“Biliyorsunuz ki, pek çokları Kemâl Atatürk’ü tam bir seküler olarak görüyor. Fakat Endonezyalı Müftü Ali, Kemâl Atatürk’ü ilginçtir ki, pozitif olarak ele almıştır. Atatürk’ün ilkeleri ve o meşhûr sekülerizmi, artık gündemden düşmüştür ve ‘kara koyun (black sheep)’ olarak görülmektedir. Şüphesiz şimdi herkes Türk milliyetçiliğini ve sekülerizmini sorguluyor ve bu da ayrıca oldukça ilginç. Aynı düzlemde Malezya ve Endonezya’da Hilâfet’in yeniden canlandırılması ve yapılanması konusuna ilgi arttı. Sonra yavaş yavaş, ama emîn adımlarla sahneye Sâid Nursi ve Fethullah Gülen gibi Türk reformistler(!?) geldi. Kitapları tercüme edildi, oldukça popüler oldu, ama bunlar birden sahneden silindi. Akabinde sahneye “Erdoğanizm” geldi. Şimdi dönem “Erdoğanizm” dönemi ve Atatürk artık o kadar popüler değil”
dendi.
Konuşmanın devâmında, Osmanlı İmparatorluğu’nun kozmopolit, çok milletli bir yapıya sâhip olduğunun vurgulandığı ve Güneydoğu Asya ilişkilerinde etkili olanların belki de Türk olmadıklarına dâir kanaatlerin ortaya döküldüğü bir hava hâkim oldu ve şuûrlu bir Türk’ün tahammül sınırlarını aştı.
Oysa, İngiliz Akademisi’ne göre gösterdikleri kaynaklarda Açe’ye giden topçu ustaları Türk idi, Malezya’da sömürgeciliğe karşı çekilen kırmızı bayrağın adı “Bendera İstanbula” idi, sultanlar “Raja Rûm”, yâni Türk sultanları idi. Rus araştırmacı Vladimir Braginsky’nin Maley Edebiyâtı üzerinde Türk etkisinin incelendiği edebî eserlerin 135’ten fazlasında 1200 defâ Türk, Türkistan, Raja-Rûm (Türk Sultânı) ve İstanbul kelimelerinin geçtiğinden nedense hiç bahsetmediler. Fakat Osmanlı Devleti’nin birçok milletten oluşmuş kozmopolit yapısını öne çıkararak Güneydoğu Asya’ya İmparatorluktan gelenlerin Türk değil de, Rûmm veyâ Ermeni olabileceklerin söylediler. Onlara göre, Türk’ün adı dahî yoktu:
“Osmanlı İmparatorluğu’ndan buraya gelenlerin Türk olduklarını bilemeyiz.”
dendi...
Oysa sömürgeci devletlerin mütecâviz girişimlerinde, her def’asında Türkler’den yardım istemişlerdi. Pâyitaht’a (İstanbul’a) gönderdikleri elçiler ve yazışma örneklerinde “Raja Rûm” diye, Türk Sultânı’ndan yardım isteyen mektuplar yazdılar. Fakat o konferansta Türk adı nedense yok sayıldı.
Bütün bu yorumların çıkış noktası, en başta bahsettikleri Atatürk inkılâplarından, özellikle lâiklikten duydukları rahatsızlık idi. Zirâ, toplantıya hâkim olan hava İslâmî proselitizm, din propagandası ve milliyetsizlikti.
Bu konuşmacılar Mora Yarımadası’nda çıkan Yunan isyânından bahsederken:
“Bu isyâna bir de Yunanlılar açısından bakmak gerekir, bu onlar için bir bağımsızlık mücâdelesi idi.”
dediler.
Tripolis şehrinde 15 bin, Navarin’de 30 bin Türk kadın, çocuk ve erkeğin Yunanlılarca katledilmiş olduğundan da bahsetmediler. Din kardeşimiz iki Maley Müslüman konuşmacı, bunları anlatmaya gerek görmediler, onlara göre, belki de Yunanlılar’ın bağımsızlık mücâdelesini anlamak gerekirdi.
Daha sonra Pâyitaht’tan (İstanbul’dan) Maley Sultânı’na gönderilen iki câriyeden, ilk muvazzaf büyükelçimizden bahsedildi. Akademik makâlelerin içinden cımbızla seçtikleri yerleri kendi fikirleri ve görüşleri doğrultusunda sundular ve Türk alerjisi yüklü yorumlarını aktarmaktan da kaçınmadılar.
Konuşma sona erdiğinde sorular bölümüne geçildi. Dinleyicilerden biri Yunan Ayaklanması’nın târihini yanlış verdiklerini söyleyerek bir hatırlatmada ve düzeltmede bulundu. Buradan da bilgi noksanlıkları olduğunu görüyoruz.
Her Türk, bulunduğu yerde bir bayraktır. Bu sebeple orada bulunan tek Türk olarak anavatandaki milyonlarca Türk adına sormam gereken soruları sorup gereken cevapları da vermem gerekiyordu. Zîrâ, Mustafa Kemâl Atatürk’ü ve inkılâplarını hedef alarak bunların artık geçer akçe olmadıklarını ifâde ederken değersiz, utanç verici kişi mânâsına gelen “black sheep” tâbiri ile hiç bir dayanağı olmayan “Erdoğanizm” kelimesi sarf edilmişti bir kere.
19. yüzyılda şeytanı simgeleyen “black sheep (kara koyun)” ifâdesi; Webster, Oxford ve Collins’in sözlüklerinde şu şekilde açıklanır:
“Utanç verici, rezil kişi, bulunduğu gruptan farklı, utanç verici kişi, âilesi veyâ grubundaki diğer insanlardan çok farklı olan ve onlar tarafından kötü veya değersiz görülen kişi. Psikolojide black sheep, sosyal açıdan istenmeyen, sevilmeyen birey için kullanılır.” (Dictionary of Pshchology, APA).
Sorular bitince konuşmacılar da tam:
“Oh bitti!”
rahatlamasına girmek üzereyken elimi kaldırıp söz aldım.
Toplantılarına ilmî çalışmaları âlet ederek Türk kimliğini hedef alan sözde akademisyenlere şu cevâbı verdim:
"Sunumunuz için teşekkür ederim. Ben Türk'üm, öğretmenim ve bir dilbilimciyim. Ayrıca Güney Doğu Asya'ya dâir burada anlattığınız ve anlatmadığınız pek çok konuya hâkim, bunları bir Türk dergisinde kaleme alan bir Türk yazarıyım. Bilindği üzere "Lexicon", yâni kelimeler, insan hayatında özellikle akademik hayatta çok önemlidir. Kezâ, kelimelerin seçimi de. Nitekim hiç var olmayan kelimeler konferanslarda dile getirilir, satırlara geçer, dergilerde, gazetelerde, kitap satırlarında yerini alırsa sonra bir de bakmışsınız insanlar bu kelimeleri kullanmaya başlamışlar. O yüzden kelimeleri her zaman dikkatlice seçmelidir. Şimdi size burada kullandığınız iki terime dâir sorum olacak. Konferansın başında Atatürk dönemi ve inkılâpları için ‘black sheep’ terimini tâlihsizce kullandınız ve Atatürkçülüğün artık pek kabûl görmediğini iddiâ ettiniz. Bu terimi daha önce hiç bir yerde görmedim, siz bunu nereden, hangi kaynaktan aldınız? Yoksa burada ilk def’a mı kullanyorsunuz? Diğeri, bugün ilk defa duyduğum "Erdoğanizm" kelimesinin kaynağı ve dayanağı nedir?
Sorularınızı cevaplamadan önce belirtmeliyim ki, sizin ‘black sheep’ olarak belirttiğiniz Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemi ile her Türk gurûr duyar, ben de bir Türk kadını ve Türk öğretmeni olarak gurûr duyuyorum. Çünkü, bu reformlar sâyesinde ben bir kadın olarak bugün sizin az önce bahsettiğiniz o Maley Sultânı’na hediye edilen câriyeler gibi bir muameleye mâruz kalmıyorum. Bu reformlar sâyesinde, Türk kadınları Avrupalı ülkelerin pek çoğundan daha evvel seçme ve seçilme hakkına kavuşmuştur. Ben sizin kara koyun dediğiniz dönemle gurûr duyuyorum. Çünkü, bu dönem, sizin düşündüğünüz gibi artık modası geçmiş ve geçecek bir dönem değil, her ân ihtiyaç duyacağımız yenilikleri ve hakları bize sunan bir dönemdir. Sizin ‘black sheep (kara koyun)’ olarak adlandırdığınız Mustafa Kemal Atatürk ve onun inkılâpları, Türk vatanına saldıran mütecâviz emperyalist devletlere karşı Türk Milleti’nin topyekûn hareket ettiği, vatanı kurtarma mücâdelesinin adıdır. Bu azîz mücâdele, Türkler için kutsaldır, bu şekilde karalanamaz! İşte, bu dönemden ilhâm alan Endonezyalılar, siz Bin Bir Gece Masalları’nı okuyup tercüme ederken, Mustafa Kemal Atatürk'ün reformlarını kendilerine yol haritası belirlemiş, Arap âdetlerinin İslâm ile birlikte adapte edilmesinin abesliğini tâ 1900'lü yıllarda dile getirmiş, onların aydınları bu durumu tartışmış, üzerine makaleler yazmış ve hattâ en önemlisi de Ziyâ Gökalp, Tevfik Fikret ve Yusuf Akçura gibi Türk düşünürlerinin eserlerini kendi dillerine tercüme etmişler, kimliklerinin bilincine varmışlar ve 1945’lerde sömürgeci devletlerin elinden, adım adım Atatürk’ün yolundan giderek kurtulmuşlardır. Sizin bugün güzellemesini yaptığınız tercümeleriniz ise, bugün varlığı yaşarken silinmiş olan şâibeli bir kimsenin, Türk milleti’ne ve vatanına ihânet etmiş birinin ‘Gülenizm’ kitapları. Biliniz ki, bu kişi bir Türk reformcusu değildir. Târihi, popüler trendler olarak değil, dönemin hakkını vererek incelemekte fayda var. Ayrıca sizin tercüme ettiğiniz şu masadaki eserler, Türk değil, Arap eserleridir, bilginize sunarım... Teşekkür ederim.’
Salondan ayrılırken Maley konuşmacıya nereden mezun olduklarını merak ettiğimi sordum. Türkiye’de burslu olarak bir imam-hatip okulunda okumuş ve bir Türk Üniversitesi’nde master yapmış.
Bu cevap, bu toplantı hakkındaki soruyu da gün ışığına çıkarıyordu. Misâk-ı Millî sınırları içinde Türk adından alerji duyan Neo İslâmcılar ile Malezya gibi dünkü sömürge ülkesinden Türkiye’ye gelmiş ve imam-hatip okulunda okuyup bir Türk üniversitesinde master yapmış birinin fikirleri tıpatıp örtüşüyordu. Bu noktada artık hiç şaşırmıyoruz. Anavatanda kurucu lîderimize her fırsatta hakâret eden Neo İslâmcılar, dünkü sömürge ülkesinden topladıkları müsâit kimseleri kendi hizmetlerinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu lîderine ve Türk İnkılâbı’na hakâret ettirmek için mi kullanıyorlar?
İki sözlerinden biri Sultan Abdülhamîd olan Neo-islâmcılar bilmiyorlar mı ki, Midhat Paşa tarafından hazırlanan ve Pâdişâh’a sunulan anayasaya:
“Devletin dili Türkçedir, bütün resmî dâirelerde Türkçe konuşulup yazılacaktır.” maddesini, Sultan Abdülhamîd koydurmuştur.
Ayrıca bugün Sultan Abdülhamid’i örnek almış algısı yapanlar, bilmiyorlarsa bilsinler ki, Abdülhamid Hân, Türk târihinde Türk’üm diyen yedi hükümdârdan biridir.
Bu toplantıda:
Türk kimliği, târihî yerinden koparılarak yok sayıldı.
Cumhuriyetin kurucu ilkelerinden lâiklik hedef alınarak bu hedef doğrultusunda Atatürk ve inkılâplarına hakâretvârî sözler sarfedildi.
İlmî kaynaklarda Türk varlığının geçmesine karşılık, Türk’ün varlığı yok sayıldı.
Fethullah Gülen ismi, Türk reformist olarak sunuldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lîderini ve inkılâplarını itibarsızlaştırmaya çalışan bu toplantıyı anavatandan 9 bin kilometre uzakta kimler tertip etmişti?
Bugün Türkiye’de ve Türkiye dışında, dört koldan, Cumhuriyet’e, Atatürk’e, Cumhuriyet’in ilkelerine hadsiz saldırılar her geçen gün daha da artmaktadır. Bu saldırganların ortak bir tarafı var:
Milletin çeşitliliğini ve zenginliğini hedefleyenler, bunu Türk kimliğini alt kimlik gibi göstererek, Türk adını yok sayarak yaparken Türk milletinin kurucu unsurlarına saldırmaktan çekinmiyorlar. Fakat bir ayrıntıyı unutuyorlar. Din kardeşi hikâyeleri yazarken birbirlerini sırtından vuruyorlar, Yukarıda aktardığım Yunan ayaklanması örneğinde olduğu gibi Maley Müslüman kardeşimiz, bir de bakmışsınız Yunanlılar’a hak verivermiş! Tıpkı Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’ün Nutuk’nun sonunda gençliğe hitabesindeki gibi;
“İstikbâlde dahî, seni, bu hazîneden mahrûm etmek isteyecek dâhilî ve hâricî, bedhahların olacaktır.”
Türk evlâdı, birinci vazîfesinin:
“Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebed muhâfaza ve müdâfaa etmek” olduğunu aslâ unutmamalıdır.
Muhtaç olunan kuvvet, damarlarımızda, o yok sayılan ama aslâ ateşi sönmeyen asîl Türk kanında mevcuttur. Her zaman Türklüğün nereye doğru gittiğini gören, ona göre çalışan, keskin gözlü, doğru düşünceli Türkler vardır.
“Ne Mutlu Türk’üm Diyene!”
[1] Aynı konu ile ilgili araştırma yazılarım Kırmızılar Sitesi’nde “Güneydoğu Asya’da Türk İzleri” başlığı altında ve 17 bölümde yayımlanmıştır.