Türk Dünyası’nın insan hakları ve demokrasi sorunları ile ilgilendiğiniz takdirde ırkçı, kafatasçı ve Türkiye ve barış için çok tehlikeli bir iş yapmış olurdunuz. Hemen ertesi gün Cumhuriyet Gazetesinde bir köşe yazarı milliyetçilerin hayallerle uğraştığı ve Türkleri kurtarmak için Kafkaslardan hücuma geçecekleri yazılırdı. Herhalde yazar bugün hayatta olsa birçok yazar gibi fikirlerinde değişiklikler gösterebilirdi. Aslında Türk birliği veya Turan demek kardeş, bağımsız ve egemen, ortak kültüre sahip Türk devletleriyle 21.YY’a uygun siyasi ve ekonomik iş birliği ve dayanışma kurmaktır.
Şu kafatasçılık konusu da beni epey meşgul etmiştir. Milliyetçilere hep hayali suçlamalar yapıldığı dönemlerden geçtik geldik. Bugün 70’li yaşları biraz aştık. Ne çevremde, ne de başka yerlerde kafatası ölçenlere hiç rastlamadım. Kısa kısa belirli konulara temas ederek okurlarımla aslında dertleşmek istiyorum.
Milliyetçilik ve ırkçılık birbirinden çok farklı konulardır. Ancak bazıları bunları aynıymış gibi ele almakta fayda görür. Milliyetçilik, kendi milliyeti dışındakileri aşağılamak, dışlamak değil; başkaları ile Dünyayı eşit, adil, anlamlı ve istismar edilmeden paylaşabilecek şuur ve olgunluğa erişmedir. O etnik engellemeleri ve tuzakları aşarak milli değer ve menfaatleri savunmak, onlara sahip çıkmak, milli kültür unsurlarına bağlılık ve onları koruyarak geliştirmektir. Milliyetçilik sadece duygu ve düşüncede kalan bir anlayış değildir. Ekonomiden dış politikaya ve sanata kadar bir tavır alışlar bütünüdür. O ne bir tören malzemesi, ne dışa kapanma, ne de duygusal düşmanlıktır. Milliyetçilik, öncelikle Türk Milletine mensup olma şuurunu paylaşmaktır. Aslında isteseniz de Dünyaya kapanamazsınız. Milliyetçilik bir ideoloji değil; o sürekli ülke yararına devam eden bir pratiğin adıdır. Milliyetçi bir çizgide olamadığınız sürece evrensel içinde kaybolur; artık ideolojik çatışmaların yerini alan milli devletlerle küresel güç ve bloklar arasındaki mücadelede küresel istiladan kurtulamazsınız. Aslında beyinleriniz rehin alınır.
Milliyetçilik kültürel değerlere bağlı bir kavramdır. Irkçılık ise; genetik ve biyolojik yönlendiricileri ve determinizmi esas alır. Batı’da milliyetçilik kavramından korkulur. Çünkü Batı ülkelerinin sömürge tarihlerinde gayrı insani ve gayri ahlaki istismarlar vardır. Milliyetçilik ikiye üçe veya dörde ayrılmaz. Milliyetçilik milliyetçiliktir; ırkçılık da renk, kafatası ve kan boyutları ile ırkçılıktır. Dün ve bugün Türk’e karşı yapılan ırkçılık, etnikçi taassup Anadolu üzerinde yeni Sevrler açma yarışıdır. Maalesef günümüzde dolaylı da olsa Sevr’den yana olan ve Lozan’ı reddeden fikir soytarıları vardır. Milliyetçilik milletleşme süreci ile birlikte yürür. Milletleşemeyen etnisitelerin milliyetçiliği olmaz. Buna asabiyet denebilir. Bizim Alman ve Fransız milliyetçiliklerinden alacağımız herhangi bir ders yoktur. Tersine insan hakları, temel hak ve hürriyetler ve inanç hürriyeti bakımlarından iki binli yıllarda hala vereceğimiz dersler vardır. Batı’da milliyetçiliğin ortaya çıkışı şehre has meslekleri yerine getiren şehirliler (burjuvazi) ile birlikte düşünülür ve 1789 Fransız İhtilali esas alınır. Bu Batıcı bir yaklaşımdır. Milliyetçilik Türk tarihi ile birlikte başlar. Türk tarihi Fransız ihtilali ile başlatılamayacağına göre, milliyetçiliğimiz de 1789 ile başlamaz. Çin’e karşı alınan tedbirler ve tarihi anıtlar bunun delilidir. Nitekim, Kaşgarlı Mahmut’un Divanu Lügati’t Türk adlı eseri 11.YY’dadır (1072-1074). Burada Göktürk Abideleri’nde taşlara Türk kazıldığı ve Çin tehlikesi belirtilmektedir.
Milliyetçi düşünce ve onu tamamlayan eylem herhangi bir sınıfın, tabakanın, sosyal gurubun ve Batıda olduğu gibi burjuvazinin tekelinde değildir. Meslekleri ve eğitimleri, statüleri farklı da olsa bir odacı ile bir profesör, bir rektör ile şoförü, bir genel müdür ile memuru aynı çizgide eşit olarak birleşebilir. Etnik taassubu aşamayan ve milletleşemeyen, milli mutabakatlarını belirleyemeyen topluluklar, etnik çatışmaların dışına çıkarak dışa karşı milli mücadele veremezler. Etnik taassup emperyal güçler tarafından devamlı kullanılır. Milli direnç zayıflatıldığı için ülke toprakları kolayca işgal edilebilir.
Türk milliyetçiliği dayanışmacı ve toplumcu özelliği ile canlı bir şekilde yaşar ve uygulanırken, insanlık tarihi henüz ne faşizmi, ne de nasyonel sosyalizmi tanıyordu. Onun yapısına ters düşen sistemlerle özdeşleştirilmesi son derece yanlış ve maksatlıdır. Rahmetli Erol Güngör’e göre, Türk Milliyetçiliği bir kültür hareketi olarak ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olmasıyla da otoriter idare sistemlerini reddeder. Türk Milliyetçiliği bir seçkinler hareketi de değildir. Türk Milliyetçiliği küreselleştirmeye, liberal kapitalist sisteme ne derece yabancı ise; sosyalist sisteme de o derece yabancıdır. Sosyalizm, aristokrasi gibi zümreci ve sınıf çatışmasını esas aldığı için millet ve milliyetçiliğe yabancıdır. Fert, zümre ve sınıf egemenliğini esas alan bir görüş, toplumun bütününü kavrayamadığından toplumcu da sayılamaz. Toplumcu olmayan bir yaklaşım millete ve milliyetçiliğe de yabancıdır.
Türk milliyetçiliği fikrine hizmet eden, ülkenin ekonomik, kültürel ve siyasi çıkarlarını koruyan, geçmişte ve bugün kimseyi dışlayamayız. Atatürksüz milliyetçilik diye bir şey olamaz. Bu akıl dışı ve önemli bir çelişkidir. Eğer Atatürk milliyetçiliği içine sindirememiş bir kişi olsaydı; güvendiği Türk Milleti ile birlikte Milli Mücadeleye atılmaz; ABD veya İngiliz mandası fikrini kabul ederdi. Eğer yaşasaydı, bize çifte standart uygulayan ve aşağılayan AB’ye de Türk milliyetçileri kadar karşı olurdu. Hayali AB üyeliği yolunda Türkiye’den az tavizler kopartılmamıştır. Teslimiyetçi çevreler bilhassa Abant toplantılarında yurt içinde ve yurt dışında hep boy gösterdiler. Kendilerine kalın zarflar hediye edildi. Samatya meyhanelerinde AB temsilcilerini rakıya alıştırıp sarhoş ettiler. Ancak asıl ülkesinin çıkarları aleyhine çalışan yerli sağcı ve solcular yabancıları zevkten sarhoş etmiştir. AB kendi milliyetini reddeden Avrupalı vatandaşlığında ve kimliğinde birleşen ortak vatandaşlık hayalini hiçbir zaman gerçekleştiremedi. Aslında AB’nin milli kimlikler üstünde Avrupalı kimliğini düşünmesi kadar, milli devletler üzerinde bir birlik olma merakı hiçbir zaman sonuç vermemiştir. Türk tarihinde hizmeti geçmiş zirve liderleri birbirine rakip görme yanlışından da uzaklaşalım.
Son yıllarda karşılaştığımız iç ve dış politika olayları bize ders vermeye yeter. Fanatik bir Batı düşmanı olmaya da gerek yoktur. Türk’e düşman olarak İslam’a da dost olamazsınız. İşte ABD ve İsrail uşağı, Türk düşmanı birçok Arap ülkesinin hali ortadadır. Ortadoğu’da olup bitenler bize çok şey öğretmiş olmalıdır. Müslüman ve kardeş olarak kabul ettiğimiz ülkelerin çoğunluğu, İsrail ve ABD güdümüne girmiştir. Arap ülkelerine her türlü fedakarlığı yapan Türkiye aleyhtarlığını anlamak da zordur. Aslında dün Osmanlı’ya yapılan ihanetler günümüzde de Cumhuriyet Türkiye’sine yapılıyor. Ortadoğu’nun ihanetler coğrafyası olduğu tekrar görülmüştür. Biz ise; hayallere kapılarak ve gerçekleri dışlayarak “ümmet lideri” çıkarma çabası içinde olduk.
Batılı çevrelerle işbirliği yapmadan siyasi ümmetçi bazı çevrelerin rejimi değiştirmeleri ve ABD’ye alan açmaları zordur. Bundan dolayı Batı ve ABD ile içli dışlı olunmaktadır. Nitekim, 15 Temmuz 2016 FETÖ işgal ve darbe teşebbüsü ABD güdümlü alçakça bir teşebbüstür. Türk milliyetçileri komünizm ile mücadele ederken bunu ABD adına ve onun patenti altında yapmadılar. Bu yeşil kuşağın tamamen aksi idi. Yeşil kuşağa hizmetkar olanlar bugün FETÖ’nün solcuları ve sağcıları arasında yer almıştır. Sağda ve solda patrona bağlı tezgahtarlar görülmüştür. Bu bakımdan, yeşil kuşak hareketiyle ona karşı olan milliyetçileri ilişkili göstermeye çalışanlar bugün FETÖ, dün başka örgütlenmeler içindeki arkadaşlarını arasınlar. Türk – İslam sentezi diye bilmeden ay dedeyi taşlamasınlar. Türk – İslam sentezini yeşil kuşakla ilişkilendirmek farklı bir şeydir. Kaldı ki bizler Aydınlar Ocağı olarak ideolojik algıya dayalı bir sentezden çok; yaşama tarzımızın iki temel unsuru olarak Türklüğü ve İslam’ı kabul ederiz. Bunlar birbirini tamamlar. Rakip unsurlar da değillerdir. Yeşil kuşağın sahibi ile ilişkili sağda ve solda bazı çevreler olmuştur. Ancak bunu vesile ederek Aydınlar Ocağı’na saldırma girişimi gülünç olmaktadır.
Akademik hayatta Türkiye’de solun ve klasik sağın yanlışı birbirine kapalı olmaları, karşılıklı bilgi nakli eksikliği, mevcut eserlerin karşılıklı ihmal edilmesi, toptancı ve peşin hükümlü davranılmasıdır. Solun değerlendirmelerinde “bizden değilse faşisttir” yanlış yaklaşımı, birbirinden istifade edecek insanları birbirinden uzaklaştırmıştır. Hiç unutmuyorum, Fakültede ders aralarında ve ders sonrasında değişik görüşlere sahip öğrencilerimize odamız açıktı. Bir gün bir gurup öğrenci beni ziyarete geldi. Bana bir soru yönelttiler. Hocam bilhassa aşırı solcular bize sürekli olarak siz faşistsiniz diyorlar. Faşizm nedir diye sormuşlardı! Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Atatürk sonrası devlet politikası Türk milliyetçiliği fikrinden sapmıştır. Bunda iç ve dış politika önemli olmuştur. Bir dönem paralardan Atatürk’ün resmi kaldırılmış, resmi dairelerden de resmi indirilmiş, bozkurt heykelleri mahsen veya depolara atılmıştı. Türk milliyetçileri 1944 olaylarında hapse atılmış, işkenceler görmüşlerdi ve daha sonra da beraat etmişlerdi. İkinci Dünya Harbinin sonunda Almanların yenilgiye uğraması, ister istemez Ruslarla yakınlaşmayı ve ilişkileri geliştirmeyi gerekli kılmıştı. Türkiye’de hükümet ve basın çevrelerinde Ruslara hoş görünmek yarışı başlamıştı. Bunun sonucu olarak milliyetçiler maalesef zor günler yaşamışlardır.
Milliyetçileri ırkçılıkla suçlayanlar aslında önde gelen milliyetçi aydınların fikirlerine ve eserlerine bile başvurma ihtiyacı duymamışlardır. Mesela bunlardan rahmetli Nihal Atsız ve Necdet Sancar Batıdaki laboratuvar hareketlerinin taklidi olmadıklarını söylemek zorunda kalmışlardır. Onlara göre Türk, Türk ırkından gelenlerle en az Türk ırkından gelenler kadar, kendini Türk hissedenlere de denir.
Yakın tarihimizde dikkat çeken bir konu da “üç tarz-ı siyaset”dir. Osmanlı aydınları çöken bir imparatorluktan çıkış yolu aramışlardır. Bunlardan ilki Osmanlıcılıktır. Bölünmeyi ve çöküşü giderebilmek için Osmanlıcılık tekrar bir çimento ve birleştirici rol oynayamamıştır. Osmanlı Meclisinde Osmanlı kimliğine bile karşı çıkan ırkçılar vardı. Bunun üzerine mensup olunan din dairesine, İslamcılığa başvurulmuştur. Bu da sonuç vermeyince Türkçülük son ve tek çözüm olarak kalmıştır. Osmanlı’nın kurucu unsuru olan Türkler ve kendilerini Türk olarak hissedenler birlikte vatanlarını kurtarmak gayreti içine girerek Milli Mücadeleye sarılmışlardır. Milli Mücadeleyi de Cumhuriyet ile taçlandırmışlardır. Tartışılan ve anlaşılmayan nokta her üç çözümün bir sıra içinde gündeme gelip gelmediğidir. Arayış ve çıkış yolu birbirini takip eden safhalar şeklinde olmuştur. Bunlar birbirine rakip değildirler. Milli devletin kurucu unsuru olan Türkler ve kendilerini Türk olarak hissedenler bu şerefli mücadelenin içinde olmuşlar, aidiyet duygusu hissetmeyenler ise vatanlarını terk ederek yeni devletlerin vatandaşı olmuşlardır. Aslında 1299’da Türkün tarihi yürüyüşünde Osmanlı‘yı kuran irade ve kaynak ne ise; 1923’de de Türkiye Cumhuriyetini kuran irade ve kaynak aynıdır. Bir bakıma Milli Mücadele ve 1923 asla ve 1299’a dönüştür.