Medya Arkası (17 Haziran 2016)

Medya Arkası (17 Haziran 2016)

Köşe yazarlarının bugünkü gündemlerinde pazar günü yapılacak MHP olağanüstü kurultayı, terörle mücadele, Reza Zarrab'ın ABD'deki yargılanması ve Rusya ile ilgili gelişmeler vardı.


MHP dinamiği / Muharreem Sarıkaya / Habertürk

Bir partideki değişim iç kadrolar tarafından sağlanıyorsa o siyasal harekete dinamizm katar.
Eğer değişim dışsal nedenlerle oluyorsa çalkantı yaşanır.
Devamı halinde de toplumsal tabanın gönül bağı zedelenir, kopmalar yaşanır.
Türk siyasal tarihi bunun örnekleriyle dolu.
Çünkü tabanın beklentilerini karşılamayan partide seçmen durmaz; yuvaya geri dönmeleri de kovandan kaçan arıları geri getirmekten zordur.
Diğerinde bir yerde üzüm salkımı gibi oğul yapar, bulur kovana alırsınız; ama bir kez kaçırıp iç dinamiklerinden uzaklaştırırsanız geri getirmeniz zorlaşır.

‘OLMAZ’ DENİLEN OLDU

MHP’de yaşanması muhtemel gelişmelerin odağında da bu durum var.
Baştan yapılan hatalar zinciri, bugün kurultay için imza vermeyen, genel merkez’in yanında duran delegelerin de savunma hakkını zayıflattı.
Genel merkeze olan inanç eşiğini de her aşamada törpüledi; vicdan sorgulamasına itti.
Çünkü önce “İmza bulamazlar” denildi, buldular; “Gitsinler mahkemeye” denildi, gittikleri gibi mahkemenin kararını da bizzat genel merkez Yargıtay’a taşıdı.
Kurultay polis zoruyla yaptırılmadı.
“Yargıtay’dan karar çıkmaz, Anayasa Mahkemesi’ne gider” iddiası ise boş çıktı.
Her adımda delegenin talebi yok farz edildi, toptancı yaklaşımla hepsi birden “yasadışı cemaat yandaşı” ilan edildi; gönülleri kırıldı.
Hatta Bahçeli’ye sevgi ve saygı bağı bulunanlar için “Muhalefetle birlikte hareket ediyor” damgası vurulmaktan kaçınılmadı.
Sonraki adım düşünülmeden, 10 Temmuz’da o delegelere ihtiyaç olacağı hesaba katılmadan yapıldı.
Şimdi de Yargıtay kararıyla gerçekleşmesi şart koşulan olağanüstü kurultaya katılacaklar hakkında disiplin işlemi yapılacağı söyleniyor.
Bu aşamalara gelinmesinin nedeninin kurultay işlerinde ve siyasi hukukta yetkin olduğunu söyleyen bazı genel başkan yardımcılarının yanılgı toplamı olduğu görülmüyor.

KURULTAY OLUR

Bu söylemlere gerekçe olarak da “Kurultaya katılım az olsun” gerekçesi üretiliyor.
Ancak, ilkinde çoğunluk bulunmadığı takdirde 1 hafta sonra yapılacak ikinci kurultayda nisaba da ihtiyaç olmayacağının kanuni emir olduğu görülmek istenmiyor.
Bütün bunların ötesinde sanılmasın ki 10 Temmuz kararı yeterlidir; eğer delege isterse beşte bir imzayı bulup 15 gün içinde seçimli bir başka kurultayı da talep edebilir.
CHP’nin 26 ve 27 Şubat 2012’de ardı ardına yapılan kurultayları da bunun bir örneğidir.
Oysa MHP bu gelişmeleri yaşamadan, karşılıklı kırıp dökme olmadan süreci rahatlıkla aşabilir, istediği sonucu da alabilirdi.
Ayrıca hem parti içi ortam hem de ülke konjonktürü bunun için de elverişli bir ortam sunuyordu.
Ancak, ilk başta delegeyi öteleyen yaklaşım muhalefeti güçlendirdi.
MHP delegesinin uzun yıllardır özlemini çektiği ciddiye alınma, iktidar ve ikbal beklentileri de buna eklendi.
Partili olmayan iktidar karşıtı kesimlerin MHP aracılığıyla amacına ulaşma umudu da beklentiyi körükledi.
Gelinen noktada “Olmaz” denilen ne varsa oldu.
Şimdi sonucunun ne olacağını pazar günü yapılacak kurultay gösterecek.
Ancak orada noktalanmayacak.

***

Akşener rüzgarı / Ahmet Melik / Vahdet


Pazar günü MHP kongresi toplanacak. Çok büyük bir sürpriz olmadığı takdirde MHP tüzüğü değiştirilerek, olağanüstü kongrelerde genel başkan değişiminin önü açılacak.

Bir partiyi kongreye çağırmanın bu kadar zor olduğu bir ülkede demokrasiden söz edilemez. MHP muhalefeti aylardır büyük kongreyi toplamaya çalışıyor. Büyük delege desteğine rağmen 1 Kasım seçimlerinden ancak 7 ay sonra kongresini yapabilecek.

Siyasal sistem genel başkanların değişmezliği üzerine kurulmuş... Böyle olunca da liderler için başarı veya başarısızlığın bir farkı kalmıyor. Bir lider yüzde sıfır alsa da oturduğu koltukta saltanat sürmeye, sağı solu yaftalamaya devam edebiliyor.

Yargıtay kararından sonra MHP yönetiminin artık kongreden kaçma gibi bir şansı yok. Ani bir kararla yönetimin 10 Temmuz’u kongre tarihi olarak tespit etmesi tamamen çamura yatma, yeniden yargı yolunu açma maksadı taşıyor. Bugüne kadar iktidar partisinden alınan desteğe rağmen Bahçeli kongreyi engelleyemedi. Bundan sonra engelleyebilmesi çok zor. Genel Başkan adayları içinde kesin favori Meral Akşener.

Akşener’in arkasında yabana atılmayacak bir başarı hikayesi var. 28 Şubat’ta bugün iktidar partisinde yer alan birçok isim kenara köşeye sinerken o dimdik ayakta durdu. Hiçbir baskı ve tehdide pabuç bırakmadı. Meclis başkanvekilliği döneminde de başarılı bir profil çizdi. Akşener’i adaylığa biraz da Bahçeli’nin tavırları itti. Partisindeki her başarılı siyasetçiyi tasfiye etmek gibi bir özelliği olan Bahçeli, Akşener’in yükselen yıldızını onu tasfiye ederek söndüreceğini sandı. Oyun dışına itilen Akşener’e taban sahip çıkınca da her şey tersine döndü. Buna, iktidar partisinin gerilim politikasından rahatsız olan kitlelerin arayışları da eklenince Akşener’in ortaya çıkması kaçınılmaz oldu.

Bugün Bahçeli bütün delegeleri yeniden seçip kongreye gitse yine de herhangi bir şansı bulunmuyor. İktidarla açıktan girilen al-verler bu ihtimali ortadan kaldırmış durumda. Onun için Bahçeli’nin bu direncinin arkasında başka sebepler aramak gerekiyor.

Cumhurbaşkanı’nın hesabı MHP ile HDP iyice yıprandıktan sonra baskın bir seçime gitmek. İki partinin baraj altında kalacağı bir seçimde AKP›nin 400›ün üzerinde milletvekili çıkaracağı kesin. Bu durumda artık Başkanlık sisteminin önünde hiç bir engel kalmayacak. Nitekim bu yönde ciddi hazırlıklar var.

Bu planın başarısı, kasım ayına kadar Bahçeli’nin koltuğunu kaptırmamasına, kendine güvenenleri mahçup etmemesine bağlı. Bütün dirençlerin, engellemelerin sebebi bu. Yoksa mevcut konjonktürde Bahçeli artık MHP’de genel başkanlık yapamayacağını, koltuğunu koruyamayacağını biliyor. Kasım’ı bulursa -görevini- yapmış olacak.

MHP muhalefetinin bunun farkında olmadığını söylemek mümkün değil. Akşener de, diğer adaylar da siyasette çok eski isimler. Hangi hamlenin kime yarayacağını çok iyi biliyorlar. Bahçeli’nin 7 Haziran’dan sonra yaptığı bütün hamleler Erdoğan’a yaradı. Erdoğan hala şahsi iktidarını Bahçeli’nin hamleleriyle inşa ediyor. İktidarı da muhalefeti de ustalıkla dizayn edebiliyor. Ancak bu saltanat çok uzun sürmeyebilir. Akşener koltuğu devraldığı gün her şey tersine döner. Zira ne Akşener Bahçeli’ye benziyor ne de konjonktür Erdoğan’dan yana. Gerilim siyaseti toplumu o hale getirdi ki yeni bir alternatifin çıkması halinde bütün bir muhalefet oraya yüklenecek. Akşener’in gördüğü ilgi, arkasına aldığı rüzgar o muhalefetin şahsında odaklandığını gösteriyor.

***

MHP’yi Yönetmeye Kalkanlar ve Ülkücülere Düşen / Lütfü Şahsuvaroğlu / Vahdet

7 Haziran’da koalisyona yanaşmadığı için iktidar taraftarlarınca kıyasıya eleştirilen MHP lideri koalisyonu önlediği ve ülkeyi seçime götürdüğü için şimdi taltif ediliyor.

“Devlet Bey bu oyunu bozan önemli etkendi! Ama onlar da bunun karşılığında Meral Hanım’ı ve diğer muhalifleri örgütledi. Zaten biz de dışarısı da MİLLİYETÇİLER’in bir modeli olmadığını bilirdik. Sınırların dışı pek düşünülmez. İçeride kalmak aynı zamanda küçük kalmak demektir. Durum böyle olunca operasyon kaçınılmazdır...

Bu nedenle Erdoğan’ın üzerine gidilecek. Ve bu MODELİ olmayan MİLLİYETÇİ KESİM kullanılmak istenecek. Kilit rol burada! 7 Haziran’cıların arasından su sızmıyor. Biz görmesek de adım adım geliyorlar. AK Parti’yi yıkmak ve ortadan kaldırmak için değil. KOALİSYONU tekrar kurmak için! İstanbul’daki patlamanın ve 7 Haziran tarihinin önemi bu!

Dün de yazdım. Durmayacaklar...

Bizim içimizden çıkan siyasiler ya da seçilen özel isimler bilmese de Türkiye KÜRESEL BİR OYUNUN TAM ORTASINDADIR. Kim olursanız olun yürümek ve yol almak için bunu bilmek zorundasınız. Bir parti lideri de olsanız, bir işadamı da olsanız durum böyle, değişmez.

AK Parti’yi sınırlamak için özellikle YENİ MHP rüzgârından faydalanmak isteyecekler.

Kemal Bey’i silerek yeni atak deneyecekler. Çünkü TURİZM üzerinden kontrollü ekonomik türbülansa bel bağladıkları ortada.

Bunun sonucunda yeni siyaset gerekir. Bunu bilerek geliyorlar. DIŞ POLİTİKAYA girmiyorum bile...

Ayağımızı bastığımız yeri zayıflattıkları ortada. Alanımızı daraltıyorlar. İçeriden buna destek veren çok! Eğer geleceğimizden emin olmak istiyorsak MİLLİ olan herkesin katkısına ihtiyaç var. Korkacak bir durum yok elbette. Ama çekildiğimiz yeri de görelim.

Kazasız belasız yürümemiz için MİLLİ BİRLİK şart... Kendimizi tekrar keşfetmemiz yeter de artar bile...” Böyle yazıyorlar…

Nedense milli birlik sihirli bir değnek olarak ikbal için eskisi gibi sıklıkla kullanılan ve çokça iğdiş edilen kavram olmaya devam ediyor.
Kürtçüler, paralelciler, solcular, sağcılar, milliyetçiler, eleştirel bakabilen AKP’liler en yakınlar en uzaklar birbirine benzemezler hepsi birleşmişler ve tek bir amaçları var Tayyip Erdoğan’ı devirmek. Maazallah Tayyip Erdoğan’ın devrilmesi ise bu ülkenin yıkılması demek… Böyle vazediyorlar artık.

Bir parti kongreye gidiyor ve bundan daha tabii ne olabilir? Demokrasi varsa partilerde kongre olur, yoksa olmaz…

Bir partinin iç meselesi neden bir ülkenin kaderi ya da Cumhurbaşkanının hayat memat meselesi oluyor?

HDP, MHP, CHP mecliste bulunan üç siyasi parti… HDP’deki genel başkanlık meselesi pek bu korku ve vehim rüzgârına kapılanları ilgilendirmiyor da MHP’deki değişim ihtiyacı bu kadar canhıraş karşı çıkılması gereken mesele halini alıyor? Kılıçdaroğlu’na çok kızıyorlar daha önce Devlet Bahçeli’ye kızdıkları gibi… Ama onun da değiştirilmesi için düğmeye basıldı korkusu ne demek oluyor? Devlet Bahçeli’nin değişmesiyle birlikte MHP’nin oylarını artıracağı kesin. Bunu hiç kamuoyu araştırması nedir bilmeyen birisi bile tasdik ediyor artık. Bu belli olduğu halde bu değişim rüzgârına karşı olmak ve telaşla bu değişimi engellemeye çalışmak acaba kimin değirmenine su taşıma gayreti? Daha önceleri Ak Parti’ye oy veren kesimlerin böyle bir değişim gerçekleştiğinde MHP’ye yöneleceğinden korkuluyor belli ki… Ama buna karşı strateji geliştirdiğini sananlar aslında kendilerini kompartımana sıkıştırmış olmuyorlar mı? Ben Tayyip Erdoğan’ı sevmeyi anlıyorum. Gerekçelerine de saygı duyuyorum. Ama bu tekdüzelik aslında onları yiyip bitiriyor bence… Sayın Cumhurbaşkanı’na da hiçbir katkı sağlamadığı gibi akıbeti hızlandırıyor. Bu tekdüzelik akıbeti de tekilliğe indirgiyor. Bence siyaset işi çözer.

Her partinin kendi iç dinamikleri ile yaşayacağı değişim yeni siyasi yapılanmalara ve yeni çözüm önerilerine kapı aralar. Bugün içinden çıkılmaz sanılan meseleler bir bir çözülür. Mesela Suriye çıkmazı… Mesela uluslararası camia ile anlamsız didişmeler… Mesela AB ile ilişkiler… Mesela Ortadoğu barışı önündeki engeller… Mesela İsrail ve çevresi… Mesela Kerkük, mesela Musul, mesela PKK-PYD ilişkisi… Mesela şehirlerimizin çirkinleşmesi… Mesela medeniyetimizden kopuşlar… Mesela iç barışın sağlanamaması…

O yüzden biz bu korku ve vehim tellallığına prim vermeden MHP’nin ne yapması lazım geldiğine bakalım: İki yıl önce yazdım. Bir devri sabık yaratmadan siyaset kendi sıkıntısını kendisi çözerek yeniden Türkiye’yi uluslararası camiada saygın bir yere oturtmalıdır.

Bunun için MHP iktidarı en ehven iktidardı ve rehabilitasyon – restorasyon dönemi manasına gelir… Şimdi bunun için atılacak adımlara bakalım: MHP üzerinde plan yapanlar mümkünse statükonun devam etmesini istiyorlar. Yok, mevcut yönetim muhafaza edilemedi o zaman bu büyük değişim ihtiyacının zamana yayılarak çürütülmesi… Bu da mümkün değilse bu potansiyelin iki parçaya bölünmesi… O zaman yüzde otuzları bulacak değişim sonrası oy potansiyeli yüzde dokuzluk iki parti arasında dağılım gösterebilir ki bu, plancıların gururlanacağı bir tablo olur. MHP’nin böyle bir akıbete sürükleneceğinden emin gözüken Deniz Baykal da bir yerlerden işaret almış olmalı ki, MHP rüzgârı yelkenini bulamadığı takdirde CHP’nin alternatif olabileceğini ileri sürdü ve hazırlandı kendince…

Artık bütün MHP’liler bu oyunu bozmalıdırlar… Kafasını kazıtan genç doğru yapmış… MHP’liler oyunu bozmalıdırlar. Değişim rüzgârına yelken olmalıdırlar. Başkalarının rüzgârına değil. İkincisi… Kaçınılmaz biçimde yaklaşan iktidara doğru hazırlanmaktır. Bütün adaylar değişimin mümkün olan en büyük birlikten geçtiğini bilmelidirler. Ayrılık ve nifak rüzgârları estirmemelidirler. Değişim için makul bir lider etrafında hepsi birleşmelidirler. Partideki mevcut kadrolar da onlara omuz vermelidirler. Kin ve intikam duyguları ülkücüye yakışmaz. Kini olanın dini olmaz. Aslolan vatandır, milletin birliği ve istikbalidir. Halkta karşılığı olan bir isim ülkücü kadroları devlet yönetmeye hazırlayabilir. Kıskançlık ve dar beycilik yaklaşımları çağdışı kalmıştır. Ve MHP, iktidarı bir yerinden tutunca asla bir sonuç elde ettiğini düşünmemelidir. Zira her şey o saatten sonra başlayacaktır. Asıl çalışma, asıl gayret ve yeni projeler işte o zaman devreye sokulacaktır. Daha önceki hatalara düşülmemelidir. İktidar sarhoşluğu siyasi milliyetçiliğin en büyük düşmanıdır.

Hakiki ülkücüleri yanlarından uzaklaştırır. Çürümeye sebep olur. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” gibi pespaye lafların izini sürmemelidirler. Bir kısım belediye müteahhitleri gibi “şimdi ihale sırası bizde” diye el avuç ovuşturmamalıdırlar. Hatalı kadrolaşmalara meydan vermemelidirler. Bugünkü fırsat MHP ve ülkücülerin tarihinde hiç ama hiç ortaya çıkmadı. Bunu layık-ı veçhile değerlendirmek ve hareketi bölmeden, gemiyi limana salimen çekerek önce bir muhasebe, sonra bir hazırlık ve sonra bütün bir donanma ile yeni zaferlere yelken açmak, doğru kaptan doğru pusula ile “yelkenler fora”, “heyamola”, “akın var akın güneşe akın” demek her ülkücünün hakkıdır. Hakkı ve vazifesi…

Hem fikir hem kitle partisi olarak ikisini mecz etmek sanatını en iyi bundan sonra ülkücüler göstere bilir. Yoksa vay memleketin haline!.. Üstadın şiiriyle noktalamalı: “Mehmedim sevinin başlar yüksekte Ölsek de sevinin eve dönsek de Sanma bu tekerlek kalır tümsekte Yarın elbet bizim elbet bizimdir Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir!”

***

MHP Kurultayı Türkiye’nin Geleceğidir / Seyfi Şahin / Vahdet


Şöyle ki;
Devlet Bahçeli ile MHP seçime girerse,
Baraj altında kalır. HDP de baraj altına itildi.
AK Parti’nin önü açılır.
400 milletvekili ile Meclis’e girer.
Bu durum ayan beyan görünüyor.

AK Parti bu güçle iktidara gelirse, Anayasayı değiştirip, Başkanlık sistemini getirir.
Sayın Erdoğan’ın bugün bile iki dudağı arasında olan yönetim, Tümü ile onun eline geçer.
Buzdolabından çözüm sürecini indirir.
Bu işe boynumu koydum dediğinden, Türkiye’yi federasyona götürür.

Artık, BOP eş başkanlığı mı dersiniz?
Kürtlerin kültürel ve siyasi hakları mı dersiniz?
Barzani ile pazarlıklar mı dersiniz?
Hepsi tekrar masa üstüne gelecektir.
Israrla İçişleri Bakanlığı’nda Efkan Ala’yı tutması, Geleceğin göstergesidir.
Bu durum devlet için geleceğimizi karartır.

MHP Tüzük Kurultayı’ndan sonra, Genel başkanını değiştirirse, İlk genel seçimde en az %30 oy alır.
O zaman, AK Parti tek başına iktidar olamaz. Yukarıda saydıklarımız hayata geçemez.
Türkiye bölünmekten kurtulur. *** O halde bu kurultay yapılmalıdır.
MHP kendine gelmelidir. Sayın Bahçeli’nin tehditleri, Hukuku çiğnemektir.
Buna müsaade edilemez. Bir partinin en yetkili mercii, Genel kuruldur.
Kurultaydır. Ne karar verirse o olur.

10 Temmuz’da genel başkan seçimli kurultay olur mu?
Yani öyle mi olmalıdır?
Veya tüzük kurultayından sonra Genel Kurul yeni tarih mi belirler? Onu bilmiyorum.
Bu hukukçuların işidir.
Ama her halükarda genel başkan değişmelidir.
MHP Kurultayı’nı önemsemek gerekir.
Türkiye’nin geleceği için…


***


Hocam bu iftarlar acaba günah mı! / Emin Çölaşan / Sözcü


Aslında benim de bu çok sayın din bilginlerimize sormak istediğim bazı sorular var!
O canlı yayınlara katılmam mümkün olsa örneğin şunları sormak isterdim:
“Hocalarım, mübarek Ramazan ayında düzenlenen görkemli ve süperlüks iftar sofralarını herhalde siz de görüyorsunuz. Türkiye'yi yönetenler kutsal dinimizi açıkça sömürüyor, şov yapıyor ve oy avcılığına alet ediyor. Onların her iftar sofrasına kameralar ve foto muhabirleri çağrılıyor, yapılan çekimler medyaya servis ediliyor. Böylece dinimiz siyasi propagandaya alet edilmiş oluyor.
Acaba bu yaptıkları günah mıdır, değil midir?”

Kafamdaki bir başka soru:
“Selamünaleyküm hocalarım… Lütfen bana kaçamaksız bir yanıt verin, içinde hiçbir kıvırtma olmasın. Sayın hocalarım, başta çok sayın ve muhterem dünya liderimiz olmak üzere Meclis Başkanı, Başbakan, bakanlar, valiler, belediye başkanları ve diğerleri, her gece iftar sofralarında boy gösteriyor.
Yani iftarları onlar düzenliyor.
Hele sayın dünya liderimizin saraydaki iftar sofraları gerçekten muhteşem oluyor. Bu sofralarda yer alan lezzetli ve seçkin yemeklerin maliyeti çok yüksek.
Normal vatandaşa iftar çadırlarında soğumuş kuru fasulye pilav ve bir de soğuk çorba verilirken, onlara çıkarılan yemekler dört dörtlük.
Bir tek kuş sütü eksik.
Ancak sayın hocalarım, bildiğim kadarıyla bu sofraların bedelini onlar kendi ceplerinden ödemiyor. Yanlışım varsa düzeltsinler ama yemek faturalarını da göstermek koşuluyla!..
Şimdi soruma geliyorum hocalarım!..
Kalabalık kitlelere kendi cebinden değil de devlet ve millet kesesinden iftar sofraları düzenlemek günah mıdır, değil midir?
Bunun adına din ticareti veya din sömürüsü diyebilir miyiz?”

Kafamda çok soru var ama!.. İşte bir başkası:
“Değerli hocalarım, mübarek ayda iftar düzenliyorlar, her iftar yemeği öncesinde veya sonrasında kürsüye çıkıp siyasi nutuk atıyorlar. Muhalefete geçiriyorlar, birilerine en ağır sözlerle saldırıyorlar, toplumu bölüyorlar, oy avcılığına ve oy devşirmeye soyunuyorlar.
Çok merak ediyorum, bunların acaba dinimizde yeri var mıdır?
Sizler açısından zor olacaktır ama bu önemli konulara bir kez olsun değinip toplumu aydınlatmanız acaba mümkün olur mu sayın hocalarım?”

Hiç kuşkunuz olmasın, ramazan boyunca özellikle yandaş medyayı çok iyi kullanmayı bilen, çok iyi reklam geliri sağlayan, önceden belirlenmiş sakıncasız soruları yanıtlayan, ya da camilerde vaaz veren din adamlarının hiçbiri bu sorulara yanıt veremez.
Değil yanıt vermek, işlenen o günahları ağızlarına bile alamaz.
Devletin milletin parasıyla her akşam iftarlar düzenle, siyasi nutuk at, oy avcılığı yap ama din adamları korkup sessiz kalsın!
Ne biçim Müslümanlık, ne biçim insanlık bu!

***


Nereden biliyor? / Melih Aşık / Milliyet


Mecburi bağlanma!

Televizyon izleyicilerinin en hoşlanmadığı şeylerin başında heyecanla, keyifle izledikleri bir programın “Reklam arası” denilerek zırt pırt kesilmesi gelir herhalde. Bu kesintilere son zamanlarda bir yenisi eklendi; Cumhurbaşkanı kesintisi!
Cumhurbaşkanı bir yerde konuşma mı yapmaya başladı? Konu ne, konuklar kim olursa olsun program hemen kesiliyor, ekrana Cumhurbaşkanı geliyor. Eğer yarıda kesilen program bir tartışma programı ise, konuklar stüdyoda Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını bitirmesini beklemeye başlıyorlar. Bu eziyet dakikalarca sürüyor.

Önceki akşam CNN Türk’te Didem Arslan’ın yönettiği Türkiye’nin Gündemi programında da aynı şey yaşandı. AKP’den Metin Külünk, CHP’den Namık Havutça, MHP’den Oktay Öztürk başkanlık sistemini konuşuyorlardı ki... Kameralar bir anda Beştepe’ye döndü... Yaklaşık 20 dakika Cumhurbaşkanı’nın Beştepe’de büyükelçilere verdiği iftardaki konuşmasının bitmesini beklediler. Birkaç gün önce de aynı durum Avukat Turgut Kazan’ın katıldığı programda yaşanmış, programın tam ortasında kanal Cumhurbaşkanı’nın iftar konuşmasına bağlanmış, Turgut Kazan olayı protesto ederken şu yorumu yapmıştı:
- Dünyada hiçbir yayında böyle gariplik yaşanmaz. Maalesef bizde televizyonlar baskı altındadır ve yayıncılık ilkelerine uymadığını bile bile programları kesip Cumhurbaşkanı’na bağlanıyorlar...
Neyse ki Kazan’ın konuşması kesilmeden yayınlandı.

***


O raporları görmezden gelen kimdi? / Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet


HAVUZ gazetesinde dün şöyle bir haber yayınlandı:
“Devletin istihbarat birimlerinin raporlarında yer alan bilgilere göre, hendek/barikat savaşı stratejisi, Kasım 2014’te Kandil’de yapılan PKK sözde Başkanlık Konseyi toplantısında belirlendi. Sabah’ın ulaştığı bu raporda, toplantıdan sonra konseyin, Çözüm Süreci henüz devam etmesine ve HDP parlamentoda olmasına rağmen ABD’nin desteği ve kışkırtmasıyla silaha sarılma kararı aldığı bilgisi yer alıyor.”

Haberde, hendek savaşı stratejisinin 2 yıl önce belirlendiği ve PKK yöneticilerinin bu nedenle hararetli bir tartışma yaşadıkları da anlatılıyor.

Bu rapor yeni yazılmış değil.

“Devletin istihbarat birimleri” diye tanımlananlar ya MİT olmalı, ya askeri istihbarat ya da polis istihbaratı.

Yani bugün Türkiye’yi yöneten kadro, PKK’nın hendek stratejisiyle bazı kentlerde özyönetim ilanına kalkışacağını biliyordu. Hem de 2 yıl önceden!

Ama hiçbir önlem almadılar!

Zaten bunu söylemişlerdi de: Valilere emir verdiler, valiler polisin ve askerin operasyon yapmasını engelledi ki çatışma çıkmasın, şehit haberleri gelmesin, barış süreci kesilmesin diye!

Bütün bu süreç içinde PKK’nın kentleri cephaneliğe çevirdiğini de biliyorlardı.

Hendek işleri kızıştığında açıklamışlardı bunu: Bombaların, silahların nerede saklandığını sokak sokak, ev ev bildiklerini söylüyorlardı.

Ama o zaman henüz seçimler olmamıştı ve “barış süreci”nin AKP’ye oy kaybettirdiği ortaya çıkmamıştı.

Onun için sonunda ne olacağını bildikleri halde bütün bu silahlanmayı seyretmekle yetindiler.

Sonra seçimler oldu, AKP çoğunluğu kaybetti ve strateji değişti!

Kentler yandı yıkıldı, 550 şehit var. Siviller öldü.

Devletin istihbarat örgütleri bu geleceği söyledikleri halde kimin emriyle olayların böyle gelişmesine zemin hazırlandı?

Kim, istihbarat raporlarını sümen altına itti?

Bunca şehidin ve can kayıplarının, yanan yıkılan şehirlerin sorumlusu kim?

***


Reza, bankaları uçuruma sürükler mi? / Murat Muratoğlu / Sözcü


Reza Sarraf, önümüzdeki pazartesi günü yargıç karşısına çıkacak. ABD'de, İran'a yönelik yaptırımları ihlal ederek ABD'yi dolandırmak, bankacılık sahtekârlığı ve kara para aklama suçlamalarıyla yargılanacak.
“Bize ne?” dememek için o kadar çok sebebimiz var ki… Bu saatten sonra derdimiz, sadece Reza'nın kodeste çürümesi ya da arkadaş olacağı iri zencilerle sınırlı değil! Peki, mahkeme aşamasında Türkiye'yi ilgilendiren neler olacak?
Bu adam kendisine atfedilen bunca suçu tek başına işlemedi ya! İlla Türkiye'den birilerini ve bazı kurumları kullanarak işi kotardı. Bazı kurum dediğimiz de köşedeki bakkal değil herhalde…
İddianamede 6 bankanın isminin geçtiği söyleniyor. Şimdiden üç bankanın adı deşifre olmuş durumda… Dava ilerledikçe suçlamalar genişleyip, farklı boyutlara taşınabilir.

ABD CEZAYI KESİYOR

Şöyle ki; Birleşmiş Milletler'de 31 Aralık 2011'de petrol gelirlerinin toplandığı İran Merkez Bankası'yla iş yapan finansal kurumlara yaptırım uygulamaya imkan veren bir yasa yürürlüğe girdi.
ABD istihbaratı, aralarında Türk bankalarının da bulunduğu birçok finansal kuruluşa denetçilerini gönderdi. Altın ve para transferi işlemlerine ilişkin denetim ve sorgulamalar yaptılar.
ABD, İran'ın ambargoyu delmesine yardımcı olduğu gerekçesiyle Fransız bankası BNP Paribas'a tam 10 milyar dolar ceza kesti. Daha önce de HSBC ve Standard Chartered'a 2.5 milyar dolar ceza kesmiş ve kuzu kuzu ödetmişti.
Lloyds Bank, Credit Suisse, Barclays Bank toplam 1 milyar dolar ceza ödemişti. 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonundan önce ABD Kongresi bizzat CIA aracılığıyla Türkiye'ye uyarılar geldiği, bazı senatörlerin kara para aklandığı ve İran'a yapılan ambargonun delindiği yönünde şikayetleri olduğu söylendi.

HANGİ BANKA?

Biz ne yaptık? Amerika'nın uyarılarına, zamanın Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan'ın “ABD'nin yaptığı kendisini bağlar, bizim çok sayıda uluslararası anlaşmamız var” diyerek karşılık verdik. Sarraf'ı altın kaçakçılığına teşvik etmekle kalmadık kendisini ödüllendirdik.
İsmi geçen bankalar hakkında suçlamalar ciddiye binerse fena… Amerika'da bankacılık sahtekarlığı ve kara para aklama davasında adı geçen bir bankaya kim rahatlıkla kredi verir ki? Banka daha dava bitmeden bunun olumsuzluklarını yaşamaya başlar…
Suçlamalar ağırlaştıkça muhabir bankalar hesaplarını kapatır, bağlantılarını koparır. Yabancı şirketler mevduatlarını çeker. Bono ve tahvil ihracında müşteri bulamaz. Hisseleri borsada dip yapar.
Türkiye'de hangi banka birkaç milyar dolar cezayı ödedikten sonra ayakta kalabilir? İşte asıl cevaplandırılması gereken soru bu!

***


Rusya ve Türkiye zorunluğu / Güneri Cıvaoğlu / Milliyet

Türkiye ile Rusya arasında karşılıklı “ılımlı” mesajlar, açıklamalar -sadece “sözel” düzeyde, daha doğrusu, yüzeyde kalsa bile- tansiyonu aşağıya çekti.

Umut tomurcukları oluştu.
Elbette...
Yaklaşımların “derinlik” kazanması için iki taraftan da adımların sürdürülmesi gerekiyor.
Özellikle Rusya Devlet Başkanı Putin’e yakın sayılabilecek işadamları ve bazı sivil toplum örgütleri bu amaçla devredeler.

Rusya, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve Başbakan Yıldırım’ın mesajlarından “memnuniyetini” ortaya koydu.
12 Haziran Rus Ulusal Günü bağlamında Ankara Büyükelçiliği davetine Türkiye’den üst düzeyde sayılabilecek katılımlara karşılık Rusya da bir Türk askeri uçağının Rusya semalarında “keşif uçuşu” yapmasına izin verdi.
Yaklaşımın “ısınma hareketleri” diyebiliriz.
Fakat...
Rusya, iki ülke arasında 1998’den başlayarak çıtayı yükseklere taşıyan ilişkilere yeniden dönülmesi için koşullarını tekrarlıyor:
1- Hatay hava sahasında düşürülen Rus savaş uçağı için Türkiye’nin özür dilemesi.
2- Düşürülen uçağın -yaşamlarını yitiren- Rus pilotları için ailelerine tazminat.
3- Düşürülen uçağın değeri kadar tazminat.
Bunlar, Ankara’da kolayca kabul edilecek ve yerine getirilecek koşullar değil.
Gerçi aralarında farklar var ama Türkiye’nin de Mavi Marmara baskınından sonra İsrail’e dayattığı şartlarla büyük ölçüde örtüşüyor.
Bu benzerliği referans alarak, “zamana oynamak ve iki ülkenin de kamuoylarını hazırlamak” halinde, “ara formüller” oluşması mümkün.
Tabii...
Son günlerdeki karşılıklı yaklaşımlarla olumlu psikolojinin sürdürülmesi, kamuoylarının etkilenmesi sürdürülmeli.

Turizm, ihraç ürünleri, enerji ve bu arada Rus enerji potansiyelinin Avrupa’ya iletileceği “Türk akımı” projesi, Rusya’nın Türkiye’deki “nükleer enerji” yatırımı...
Bunların hepsi önemli.
Yakınlaşmayı 2 ülkeye de “dikte” ediyor.
Bunun ötesinde, bir de Ortadoğu’da ve özellikle eski Suriye’nin büyük bölümünde ABD ağırlığı artmakta.
Bir yandan, Türkiye sınırına paralel uzanan Kürt kantonları kuşağı...
Öte yandan, IŞİD’den alınan ve alınacak olan Suriye coğrafyasında geniş alana da ABD kontrolündeki güçlerin egemen olması, Rusya’yı ve onun arkasında durduğu Esad yönetimini çok dar bir alana sıkıştırıyor.
Rusya iki üssü olmasına rağmen o küçük alanda hafif kalacak.
Aynı şekilde...
Türkiye için de bu oluşum tedirginlik sorunu.
Özellikle güney sınırı boyunca uzanan PKK’nın uzantısı diye etiketlediği PYD kantonlarını “tehdit” olarak görmekte.
Arkasında NATO müttefiki ABD’nin bulunduğu gerçeği ile örtüşünce bu rahatsızlık daha da büyüyor.
ABD’nin elindeki PYD kartıyla dominant olduğu Suriye coğrafyasını büyütmesi, hele Fırat’ın batısındaki toprakları da hedef almasına tepkili.
Hatta Ankara’daki en yetkili ağızlardan “buna ne pahasına olursa olsun izin verilmeyeceği” sık sık vurgulanmakta.
Bu durumda Türkiye ile Rusya’nın Suriye odaklı yararları -bir bakıma- örtüşmekte.
Diplomasi ve jeopolitik iki ülkeye aralarındaki ilişkileri bir kez daha olumlu mercekle gözden geçirme gereğini dayatmakta.

***


İspanya'dan nasıl puan alırız? / Uğur Meleke / Hürriyet

İLK kez 24 takımla düzenlenen ve genişlemeden dolayı büyük kalite ve skor farklarının oluşacağı endişesiyle başlanan Avrupa Şampiyonası, beklentilerin tam zıttı biçimde devam ediyor:
İlk hafta sonunda 3 farklı kazanan yok, hatta 90 dakikaya toplam 3 gol sığan müsabaka sayısı sadece dört. Turnuva sert geçmiyor, henüz direkt kırmızı kart yok; ama gol ortalamasını 1.89’da tutan kıran kırana tertemiz bir futbol var ortada.

Her maçta ter var, gözyaşı var, kavga var, ama belden aşağı değil. Bugün turnuva aniden bitse ve 24 takım uçaklarına binip evine dönse, herkes ülkesinde coşkuyla karşılanacak belki de.

24 ekip içinde galip gelen var, yenilen var. Gol atan var, yiyen var. Ama koşmayan, mücadele etmeyen yok. Herkes koştu, herkes çalıştı, herkes çabaladı. İlk müsabaka performansından utanacak tek bir takım yok sanırım. Ya da belki de tek bir takım var. O da, maalesef “biz bitti demeden bitmez” deyip henüz başlayamayan bizim takımımız...

Turnuvada Romanya’nın, Arnavutluk’un, İzlanda’nın yaptığı mücadeleden, akıttığı terden söz etmeye gerek yok. Zaten onların elindeki en büyük koz, mücadeleleri. Ama Fransa da, Almanya da, İngiltere de, İtalya da çok mücadele etti ilk maçlarında. İtalya Belçika’ya karşı 120, Almanya, Ukrayna’ya karşı 113, İngiltere, Rusya önünde tek kale oynamasına rağmen 111 kilometre koşarken, bizimkilerin 102 koşması akıl almaz. 113’le 102 arasındaki fark nedir derseniz, biz 11 kişi oynarken, onların 12 kişi oynaması diye özetleyebilirim kabaca!

Futbolu tabii ki koşu mesafesi üstünden açıklamak çok yetersiz kalır, elbette onlarca faktör daha var önemli.

Ama çabayla ilgili her istatistikte berbatız ilk maçlara göre:

Hırvatlara karşı bizim orta saha oyuncularımızdan Ozan 8, Selçuk 5, Oğuzhan 3 top kazanırken, Badelj tek başına üçünün toplamı kadar (16) top kazanmış 90 dakikada. Şampiyonlar Ligi şampiyonu Modriç’in de 15 top kazancı var.

Eğer İspanyollar’a karşı da bu takım elbiseli-kravatlı oyunumuzu sürdürürsek, eğer “olmadan olmuş” tavrımızda ısrar edersek hiçbir şansımız olamaz kesinlikle. Futbolda kalitenizle fark yaratmanız için koşmanız, çabalamanız gerek önce.


MANTALİTE HEP AYNI

İspanya koçu Del Bosque, milli takıma sert bir neşter darbesi vurması gerektiğini söyleyenlere, “yumuşak geçiş” argümanıyla yanıt veriyordu hep. “Evet bir revizyon olacak, ama sert olmayacak bu dönüşüm” diyordu. Euro 2016’ya bu yumuşak geçişin sinyalleriyle başladılar zaten: Artık Xavi’nin yerinde Fabregas, Diego Costa’nın yerinde Morata var.

Ama mantalite aynı:

Sonsuza kadar paslaşıyorlar. Oyunun neredeyse tamamını üçüncü bölgede, hatta tamamen İspanyollar’a özgü bir alan olan “dördüncü bölge”de oynuyorlar artık.

Neredeyse rakip ceza alanının içinde de sürüyor paslaşmaları.

Bu pas trafiğini kesmek için uzmanlığı top kazanmak olan agresif bir ön libero şart.

Fransa’da Kante, Almanya’da Khedira, İngiltere’de Dier, Polonya’da Krychowiak var. Bizde bu tipte bir oyuncu yok maalesef. Daha doğrusu bir tek Mehmet var, ama onu da manasızca stoperde değerlendiriyoruz. İspanyollar’a karşı şansımız olması için sahada gezen orta saha generallerine değil, merkezde ısıran Mehmet’e ihtiyaç var.


ŞİLİ GİBİ ŞANSIMIZ OLABİLİR

AYRICA İspanyollar’ı yenmek için 2014 Dünya Kupası’ndaki Hollanda hezimetlerine değil, Şili müsabakalarına odaklanmamız gerekiyor bizim. Çünkü bizim futbolumuz da oyuncu tipolojimiz de, “Güney Amerika’nın İspanya’sı” Şili’ye benziyor esas.

Bundan iki yıl önce İspanyollar’ı daha ilk 45’te 2-0’a mahkum eden Şili takımında 1.80’in üstünde oyuncu yoktu. Aynen bugün turnuvada boy-kilo parametresinde sonuncu olan cılız ve yetenekli Türkiye gibi.

İspanya top onlarda olduğunda kusursuza yakın. Ama topu yitirdiklerinde çabuk koşan değil ama çabuk düşünen Oğuzhanlarla, Ardalarla, Hakanlarla oyunu süratli oynayabilirsek aynen Şili gibi şansımız olabilir İspanyollar’a karşı. Üstelik Şili’ye göre bizim önemli bir artımız da var: Çalhanoğlu’nun etkili frikikleri. Kısa İspanya takımına karşı bir fırsat da buradan doğabilir şüphesiz.

24’lü oynanan son büyük turnuva Amerika 94’te en iyi üçüncülerin arasına girmek için 4 puan yetmişti. Bugün de görüntü öyle gibi. Öyleyse İspanya’dan 1 puan koparırsak ikinci tur şansımız güçlü olacak hâlâ.

Ama İspanya’dan 1 puanı kopartmak için savaşmamız gerekiyor kesinlikle. Sahanın her yerine basmamız, hayatımızın maçını oynamamız. Eğer bu çabayı sahaya koyarsak, kaybetsek de kaybetmeyiz inanın. Yeter ki savaşın...