Menbiç’e doğru... / Melih Aşık / Milliyet
Son kırmızı çizgimiz de aşıldı... Biz İstanbul’u yeniden fethetmenin sarhoşluğu içindeyken ağırlığını PYD/YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri, ABD desteğiyle Fırat’ın batısına geçti. Menbiç bölgesini ele geçirmek üzere operasyon başlattı.
Amerikan kaynakları amacın, IŞİD’in kuvvetlerini değişik cephelerde oyalamak böylece onlarınRakka’da güçlü savunma yapmasını önlemek olduğunu ifade ediyor.
Ankara, Menbiç IŞİD’ten alındıktan sonra PYD/YPG orayı Arap gruplara bırakacak diye teselli ediliyor. Strateji uzmanı Cahit Dilek diyor ki:
- Bu Türk kamuoyunu aldatmaya yönelik bir söylemdir. Kendine pay düşmeyecek bir yerin kurtarılması için PYD / YPG niye savaşsın...
ABD gözümüzün içine baka baka sınırımızın dibinde Kürt koridorunu oluşturuyor.
Sonra da sıra, hep yazdığımız gibi, Türkiye’nin Güneydoğusunu Kürt devletine eklemeye gelecek.
Emekli General Nejat Eslen diyor ki:
- PYD’yi durduramazsanız PKK’yı durduramazsınız... PYD, PKK’nın silah ve asker deposudur...
Ne var ki PYD’yi durdurma fırsatı çoktan kaçtı. Esad Türkiye için tehdit deyip ABD’nin peşinden Esad’ı devirmeye yönelince Kürtlere devlet kurma fırsatı yarattık. Kendimize tehdit oluşturduk.
Hâlâ da ABD / PYD operasyonlarına İncirlik desteği sağlıyoruz.
Oysa İncirlik’i derhal Suriye operasyonlarına kapatıp dış politikamızı tersyüz etmemiz gerekiyor. Tabii Ankara’da o güç ve irade kaldıysa...
***
MHP Şimdi de Karakolluk olacak / Tunca Bengin / Milliyet
Siyasette hemen herkes demokrasiyi savunuyor. Liderler, vekiller şu ya da bu biçimde demokrasi için mücadele ettiğini iddia ediyor. Ama nasıl bir demokrasi?
Burası bilmece, yani anlaşılmaz bir durum çünkü sokaktaki insan için demokrasi nutukları atan siyasiler söz konusu kendi partileri olduğunda bu sözcüğü ağzına dahi almıyor. Ya da alıyor gibi görünüp “tek adam” sisteminde diretiyor. İşte MHP’nin yaşadıkları... Parti içi demokrasinin gereği genel başkan adayları ortaya çıktı, delegelerden yeterli imza fazlasıyla toplandı ve “Kurultay istiyoruz” denildi. Genel Merkez ise liderinin kronikleşmiş takıntısı nedeniyle “hayır” diye karşılık verdi. Dolayısıyla da arada itilaf çıktı ve durum yargıya intikal etti. Daha doğrusu, seçim sürecini kendi içinde halletmesi gereken MHP “mahkemelik” oldu. Mahkeme bir karar verdi ve aylar süren tartışmalı bir Yargıtay aşamasından sonra Genel Merkez de buna uyacağını deklare etti. Şimdi de deniliyor ki olağanüstü kurultay çağrı heyetinin belirlediği 19 Haziran’da değil genel merkezin açıkladığı 10 Temmuz’da olmalı... Tabii yine tartışma ve inatlaşma. Çünkü her iki taraf da ne fark eder ki demiyor. Dahası, Genel Merkez “Devlet Bahçeli sözüne güven” istiyor, muhalifler ise bunun salon hakimiyetini elde etmek için bir tuzak olduğunu düşünüyor. O nedenle de MHP için bundan sonraki adres “karakol” gibi görünüyor...
***
Doğuma Aile Karar verir / Güngör Mengi / Vatan
Siyasi konuşmalar veya televizyonlardaki tartışmalarda doğruların yanında “yanlış mesajlar ve açıklamalar”ın sonuç olarak topluma zarar vereceği şüphesizdir.
Ne yazık ki bu konuşmalarda “bir doğru, bir yanlışı götürmüyor”, yanlış olan sözler insanların beyninde yer ediyor.
Örneğin Cumhurbaşkanı büyük kalabalıkların önünde “Müslümanlıkta doğum kontrolü yoktur” dediği zaman böyle bir sözün din bilimciler ve tıp bilimciler tarafından uzun uzun tartışılması ve açıklığa kavuşması gerekir.
Bu tartışma Müslüman toplumlarda yüzyıllar önce bile yapılmış, ne tür korunma yöntemlerinin mümkün olabileceği araştırılmıştır.
Batı engelliyor mu?
Doğum kontrolü istemeyenler bunu dine, hadislere, neslin korunması ve nüfusun çoğaltılmasına bağlıyor.
Nüfusu 80 milyona dayanan ve yakında Türk vatandaşı olacak milyonlarca mültecinin de doğum yapmaya devam ettiği bir ülkede “nüfusun çoğaltılması” gibi bir sorundan söz etmek zordur.
Geliştirilen teknolojik imkanlar ve ilaçlarla “hamileliği baştan önlemek” mümkündür.
Binlerce hadis arasında “hangisinin doğru, hangisinin sonradan ilave edilmiş olduğunun anlaşılmadığını, bunların dikkatle incelenerek ayrılması gerektiğini” ise bizzat Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez “başkan yardımcısı” olduğu dönemde televizyonda açıklamıştır.
Bu konuda kısa bir araştırma yaptığınızda İnternette bazı sitelerde “Batı’nın doğudaki nüfus artışını engellemek istediği” şeklinde yorumlara bile rastlıyorsunuz.
Oysa Doğu’daki nüfus artışı Batı’nın umurunda bile değildir, insan nüfusu arttıkça dünya kaynaklarının yetmeyeceği ise bilimsel bir gerçektir.
***
Bugün yine bir korku günü / Okay Gönensin / Vatan
Bugün korkmamızın nedeni, Alman Meclisi’nin Ermeni soykırımı kararını oylayacak olması.
Belki siyasi ve diplomatik baskılar sonuç verir, bugünü de atlatırız. Ama bu meseleyi kendimiz düzeltene kadar korkmaya devam edeceğiz.
Şu ana kadar onlarca parlamento, ülke benzer kararlar aldı. Her seferinde aynı heyecanı yaşadık, her seferinde benzer tepkiler gösterdik.
Almanya Meclisi’nin neden şu anda böyle bir meseleyi gündeme getirdiğine gelince cevabı da pek karmaşık değil. Son dönemdeki inişli çıkışlı ilişkiler dolayısıyla karşı taraf “zayıf” bir noktaya vuruyor.
Ermeni soykırımı veya kıyımı veya büyük felaket Osmanlı’nın son döneminde İttihat ve Terakki yönetiminin işlediği bir suçtur.
Bu suçun yansımalarının Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine sıçramasının nedeni de tümüyle, evet tümüyle Ankara’daki değişik siyasi iktidarların yanlışlarıdır.
Bir insanlık suçunun, yüzyıl sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, Türklerin ve Kürtlerin üzerine yapışmasının hiç bir anlamı yoktur. Ama bu durumun esas sorumlularının da kendi içimizde olduğunu bilmek zorundayız.
2008’de Ankara önemli bir hamle yaptı, bugünkü Ermenistan’a elini uzattı. Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül Erivan’a gitti, İsviçre’de görüşmeler yapıldı, bu görüşmelere Amerikan yönetimi adına dışişleri bakanı Hillary Clinton da katıldı.
Buradan bir “dostluk” çıkmasını engelleyen, girişimlerin sonuç kalmasına yol açanın bugünkü Ermeni yönetimi olduğu da doğrudur.
Sonuçta Türkiye’nin bu korkudan kurtulması, tarihi gerçeklerin tarih olarak yerli yerine oturtulması da sağlanamamıştır.
Yüzyıllık yanlış politikaların tek bir hamlede düzeltilebilmesi de kolay değildir. Bu yüzden Ermeni meselesi de Türkiye’nin zayıf noktalarından biri olarak kalmıştır.
Almanya’ya “neden zayıf bir noktamıza vuruyorsun” diye sitem etmemizin, kızmamızın da fazla bir anlamı yok. Bir çatışma varsa zayıf noktalar aranır, bulunur.
Buradaki zayıflığımızı kendimiz ortadan kaldıramıyorsak kimseye söyleyecek bir lafımız da olmaz.
***
Ermeni olayı / Emin Çölaşan / Sözcü
1915 yılında Birinci Dünya Savaşı… Osmanlı ordusu yedi cephede birden savaşıyor. Cephelerden biri Doğu Anadolu. Yörede yaşayan Osmanlı vatandaşı Ermeniler işgalci Rus ordusuyla işbirliği yapıp ordumuzu arkadan vuruyor.
Bu, Ermenilerin ilk isyanı değil. Daha önce gerek İstanbul ve gerekse Anadolu'nun dört bir yanında nice isyanlar çıkarıp saldırmışlardı.
Hükümetin çıkardığı bir kanunla savaş bölgesindeki Ermeniler savaş dışı bölgelere, özellikle de Suriye tarafına sürgün edildiler.
Adına tehcir (toplu göç) denilen bu uygulama öncesinde ve sonrasında vuruşmalar oldu, iki taraftan on binlerce insan can verdi.
Türkler Ermenileri kesti, Ermeniler Türkleri.
* * *
Doğu Anadolu'da yıllarca tam bir vahşet yaşandı. İşin ilginç yanı, Türkleri bu Ermeni saldırılarından çoğu zaman koruyan da işgalci Rus ordusu idi.
Ermeni olayının en kısa açıklaması şöyledir:
Karşılıklı vuruşma oldu. Onlar ordumuzu arkadan vurdu, biz de onları vurduk.
Tehcir öncesinde ve sonrasında elbette üzücü olaylar oldu ama başka çare yoktu.
* * *
Efendim dünyanın pek çok ülkesinde parlamentolar karar alıp “Ermeni soykırımını (!)” tanıyormuş, bugün aynı karar belki Almanya'da alınacakmış, hiç dert değil.
İstedikleri kararları alsınlar.
Ortalıkta soykırım falan yok.
Eğer olsaydı devlet İstanbul'da yaşayan yüz binlerce Ermeni'yi de sürgün eder, kesip biçerdi. Savaş bölgesi dışında kalanlara asla dokunulmadı.
Birinci Dünya Savaşı'nda bir kavim kendi devletine isyan etmiş, savaştaki ordusunu arkadan vurmuş, binlerce Mehmetçiği şehit etmiştir.
Onlar kınadı diye tarihin gerçekleri değişecek değil.
***
Omurgasızlar Alışabilir / Mehmet Türker / Sözcü
Biz alışmayacağız!..
Söz ve davranışlarıyla AKP Genel Başkanı'ndan farkı olmayan…
Muhalefet partileri ve liderlerine en ağır sözlerle her gün bindiren…
Saray'da AKP'lileri, AKP'li Meclis Komisyon Başkanlarını ağırlayan…
Partisiyle duygusal bağının devam ettiğini söyleyen…
Başbakan'dan AKP'nin her kademedeki insanlar tarafından “liderimiz” diye yere göğe sığdırılamayan bir Cumhurbaşkanı, “tarafsızlık” ve “herkesin Cumhurbaşkanı olma” iddiasında bulunamaz!..
* * *
Rahmetli Özal da şortla askeri birliği teftiş ederken ve birçok davranışıyla devlet idaresi ciddiyetini yerlerde süründürürken, “Alışırsınız, alışırsınız” diyordu, ama alışmadık!…
Şimdi de yüksek yargı başkanlarıyla gezilere çıkan Recep Bey, “Alışırlar” diyor…
Olabilir!..
Girdikleri her şişenin kalıbını alan omurgasızlar…
Her devirde avanta peşinde koşanlar…
Malı götürenler…
İkbal arayanlar…
Her devrin yağcılığını yapan yüzsüzler…
Parayı görünce takla atanlar…
Alışabilirler!..
Kusura bakmasın!..
Bizim yapımız, karakterimiz müsait değil…
Alışmayacağız!..
***
Eleştiri / Taha Akyol / Hürriyet
BAŞBAKAN Yardımcısı Sayın Numan Kurtulmuş, yargının Cumhurbaşkanı'na "bağlı" olduğu şeklindeki sözlerini düzeltti.
Yargı başkanlarının Cumhurbaşkanı’na “bağlı” olmadığını, amacının Anayasa’nın 104. maddesindeki “gözetir” kavramını ifade etmek olduğunu söyledi.
Siyasi olgunluğunu bildiğim Kurtulmuş’un “bağlı” kelimesini hakikaten sürçülisan olarak kullandığına inanıyorum. Yine de eleştirilmesi iyi oldu; böylece eleştirinin hatayı düzeltme işlevine dair bir örnek yaşadık.
Eleştirinin değerini görüyor musunuz?
ANAYASA’YA GÖRE
Şunu da belirtmeliyim. Anayasa’nın 104. maddesi evet, cumhurbaşkanı için “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir” diyor fakat bu, yargı ile ilgili değildir. Cumhurbaşkanı’nın ya da yasama veya yürütmeden herhangi bir görevlinin yargı üzerinde “gözetim” yetkisi olamaz.
Nitekim aynı maddede Cumhurbaşkanı’nın görevleri teker teker sayılmıştır. Yargıyla ilgili tek yetkisi vardır; anayasanın öngördüğü atamaları yapmak.
Yargı başkanlarının bu hareketi anayasal olarak da adli etik bakımından da yanlıştır, savunulamaz.
Türkiye’de Cumhurbaşkanı yoğun siyaset ve sistem tartışmalarında net olarak “taraf”tır. Parti kendisini “liderimiz” olarak tanımlıyor. Parti üst yönetiminin de kendisiyle “istişare ederek” belirlendiğini parti yetkilileri açıkladı.
Bu “taraf” gölgesinin Yüksek Yargı başkanlarının üzerine düşmemesi için Amerika, Fransa ve Almanya’da olduğu gibi, resmi protokol dışında, yürütme ve yasamaya uzak durmaları gerekir.
ELEŞTİRİNİN ÖNEMİ
Asıl üzerinde durmak isteğim husus, eleştirinin önemidir. Sayın Kurtulmuş’un “dış politika değişikliği zaruri” diye konuşmasına da bu açıdan bakıyorum.
Dış politikada değişikliğin “zaruri” olduğu, resmen ilk defa Kurtulmuş tarafından bu kadar net ifade edildi.
Keşke dış politikaya daha önceleri yapılan eleştiriler dikkate alınarak “zaruri değişiklik” bu kadar gecikmeseydi, dış politikamız “onurlu yalnızlığa” sürüklenmeseydi...
Dünyalara ayar verirken, “yüzyıllık parantezi kapatıyoruz” derken, “ümmet coğrafyası, Osmanlı coğrafyası” gibi kavramlarla kitleleri coştururken keşke eleştirilere de kulak verilseydi.
Mesela, akademiya dünyasında büyük bir saygınlığa sahip olan tarihçilerimizden Şükrü Hanioğlu, bu kavramların Balkanlardaki bir-iki ülke dışında özellikle Arap coğrafyasında tepki yaratacağını yazmış, uyarılarda bulunmuştu...
***
Bu hassasiyet gözlerimi yaşarttı / Mehmet Y. Yılmaz / Hürriyet
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Fransa'da demokratik gösteri haklarını kullananlara karşı polisin şiddet kullanmasını eleştirdi.
“Paris’te yaşananlardan dolayı endişeli ve kaygılıyım” dedi.
“Protesto hakkını kullanan insanlara Fransız polisinin uyguladığı şiddeti kınıyorum. Yaşanan vahim olayları dünyaya aktarmayan Batı medyasını kınıyorum. İnsan hakları örgütlerini, Batılı politikacıları, Paris’te yaşanan hadiseler konusunda daha duyarlı olmaya davet ediyorum” diye de devam etti.
Bugüne kadar Türkiye’de iktidar sahibi hiçbir politikacı böyle konuşmamıştı. Ne Türkiye’deki polis şiddeti için, ne de başka ülkelerdeki polis şiddeti için.
Doğal olarak gözlerim yaşardı!
Gerçi olayları Batı medyasının yansıtmadığı ile ilgili kısmı gerçek değil. Belli ki danışmanları Cumhurbaşkanı’nı yanıltmışlar. Çünkü bu şiddeti o kaynaklardan öğrendik zaten. Bu kadar “başdanışman” var, bir tanesi bile Batı medyasını takip etmiyor mu, Fransız medyası dahil?
Dün baktım, yandaş medyada da bu konuda kalem şakırdatılmış.
Aslan yürekli yandaş medya köşe yazarlarına bir cesaret gelmiş, Fransız polisinin aşırı şiddet kullanımını eleştiriyorlar.
Bu da sevindirici bir gelişme. Bugün Fransız polisinin aşırı şiddet kullanmasını eleştiren bakarsınız günün birinde kendisinin de Türkiye’de yaşadığını fark eder.
Gerçi döktüklerinin timsah gözyaşları olduğu da hemen belli oluyor.
Çünkü esasen yapmak istedikleri şey, Fransa’da polisin aşırı şiddet kullanımını protesto etmek değil.
Tam tersine buradan hareketle Türkiye’de polisin aşırı şiddet kullanımını meşrulaştırmak, mazur göstermek.
Demek istiyorlar ki “Bakın oralarda da böyle, burada polis adam dövmüş, biber gazı sıkmış, ölüme sebebiyet vermiş, çok mu?”
Çünkü polis şiddeti konusunda gerçekten böyle duyarlı olsalardı, aynı gün Türkiye’de yaşanan polis şiddetini de görmezden gelmezlerdi.
Cumhurbaşkanı’nın demecinin gazetelerde yayınlandığı gün, yandaş olmayan medyada bir fotoğraflı haber daha vardı.
Sarıyer’de, operasyon yapan polis tarafından öldürülen Dilek Doğan ile ilgili davanın görülmesinden sonra, adliye dışında polisin protestocuları nasıl kargatulumba gözaltına aldığını gösteren bir fotoğraftı bu.
Dilek Doğan’ı öldüren polisin lütfedip mahkemeye bile gelmediğini de yazayım.