Maaşlı teröristler
Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü'nün "mülakatla" bekçi alacağını duyduğumda kafamda oluşan deli soruların cevaplarını da kapsayan bir mesaj aldım.
Haber bültenlerinde denk gelmişsinizdir belki; Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü bünyesinde, çarşı ve mahallelerde görevlendirilmek üzere bekçi alınacağı duyuruldu. Bölgeye çok daha yüksek maaş ve haklarla atayacak hâkim, savcı, doktor, öğretmen bulunamayan şu "ateşten günler"de, tam 5 bin 630 kişi başvurmuş 742 kontenjanlı bu işe.
"Ee işsizlik belası..." deyip geçmek mümkün mü sizce?
***
Bu sorunun cevabına geçmeden önce mülakata katılan adayların "iltimas" iddialarını da aktarmalı. Diyorlar ki;
- Mülakatta "torpilli" adaylara "baba soyadı", "pabuç numarası" sorulurken, torpilsiz adaylara "yarasanın meme sayısı", "ABD'nin kuruluş yılı" soruldu.
***
Gelelim esas mevzuya...
Bana bu mesajı atan, ama fazlasını da yaparak emniyet bünyesindeki müfettişleri harekete geçirmeye çalışan okurumuz "Temmuz ayından bu yana 500'ün üzerinde canımızı toprağa verdik" hatırlatmasından sonra başlıyor anlatmaya:
"Bu mülakatlara "torpilli" olarak girenler arasında, belki de sayısı yüzlerle ifade edilebilecek terör örgütü sempatizanı var. Sınav bekleme noktalarında aralarında şunları konuşuyorlar:
- Halkımızı öldürüyorlar, yakınlarımız susmamızı ve gereken yerlerde tedbirli hareket etmemizi söylüyor. Ben silah edinmek için bu işe girdim..."
***
Berbat bir şaka gibi değil mi;
Bir "emniyet mensubu" kılıklı "terörist"imiz eksikti!
İddialar doğruysa bu skandal!
Görev silahlarını il-ilçe merkezlerine sokmaları yasak olan ve "savunmasız" halde kıstırılıp, teröristler tarafından şehrin ortasında, çoluk çocuklarının gözleri önünde katledilen korucular, devlete hizmetlerinden dolayı tehdit altında oldukları için kısa namlulu silah almaya kalkışsalar onlardan binlerce liralık harç tahsil eden devlet, şehir merkezlerinde, terör örgütünün -en iyi ihtimalle- sempatizanlarını kendi elleriyle silahlandırıp bir de üzerine maaş mı verecek yani?
Üstelik sadece Diyarbakır'a alınacak 742 bekçi için başvuran "yüzlerce PKK'lı"dan bahsetmiyoruz. Önümüzdeki günlerde Güneydoğu genelinde farklı il ve ilçelerde aynı yöntemle alınacak bekçi sayısının 20 bine yakın olduğu ileri sürülüyor; neredeyse bir tümen!
***
"Çözüm Süreci" dedikleri musibetten sonra bölgede görev yapan valilerin, emniyet ve silahlı kuvvetler mensuplarının her şeye, o hendeklerin kazılmasını sağlayan organizasyonların hazırlığına, depolanan silahlara, patlayıcılara, "milis kadrolaşma"ya "bile bile göz yumulduğu"na dair itirafların mürekkebi kurumamışken bu iddiaları yabana atabilmemiz mümkün değil.
Umarım bu üç vakte kadar önümüze sandık koyup bizden "destek" isteyecek olan iktidar "sahipleri" de, içine "evlat kanı", "evlat acısı" karışan bu işten öncekiler gibi "kandırıldık" diyerek sıyrılamayacaklarını idrak eder de, onlar da yabana atmaz, ciddiye alır, gereğini yaparlar.
*
"Nazlı Ilıcak'a soruyorum..."
Nazlı Ilıcak'ın -tabii ki, elbette, yine Ali Fuat Yılmazer'i kaynak göstererek- kaleme aldığı akla zarar "Kuddusi Okkır'ın sosyal güvencesi yoktu, savcılık, 'serbest kalırsa ailesi tedavisini yaptıramaz diye' tutukluluğunu devam ettirdi" iddiasından sonra merhumun eşi Sabriye Okkır'ı aradım.
"Doğru değil, Kuddusi Bey'in Bağ-Kur'u vardı. Biz periyodik olarak tahliyesini talep ettik. Hâkim ve Savcılarla görüştük, 'tedavi ettirecekseniz ettirin, ettirmiyorsunuz çıkmasına izin verin, tutuksuz yargılansın, biz ettirelim' dedik" dedi ve hâlâ feryat gibi çıkan sesiyle Ilıcak'a şöyle seslendi:
- Tam 3 hafta boyunca, top gibi oynadılar Kuddusi Bey'le; oradan oraya... Biz günlerce kendisine ulaşamadık; nerede? Görüşemedik. Cezaevi Savcısı'na ulaşamadık. Görüşme iznini ancak Savcı'yla Sultanahmet'te "tesadüfen" karşılaştıktan sonra aldık. İzin kağıdına ".... Hastanesi Başhekimliği'ne" diye yazdı düşünebiliyor musunuz; sorumlu olduğu tutuklunun o sırada nerede olduğu konusunda bilgisi yoktu! Biz Kuddusi Bey'i ancak 7 Mayıs'ta görebildik. Ki o gün de cezaevinde ancak ikinci müdüre ulaşabildik. "Görmek istediğinizden emin misiniz" diye sordu bize! Oğlum "Her şartta babamı göreceğiz" dedi.
Şimdi ben Nazlı Ilıcak'a soruyorum:
- Kuddusi Okkır madem 'tedavi ettirilmek için' tahliye edilmiyordu; 7 Mayıs günü, ciğerlerinin yarısını kaybetmiş bir hastanın, şuuru kapalı bir halde, idrarında sonda, burnunda sondayla cezaevinde bir yer sedyesinde ne işi vardı?"
Kuddusi Okkır'ın cezaevleri ve hastaneler arasındaki "ölüm yolculuğu"nun her günü ayrı bir adaletsizlik, ayrı bir "cinayet" hikâyesi gibi... Ama Sabriye Okkır'ın özellikle cevabını beklediği soru bu.