Levent Üzümcü kadar konuşamayanlar anlamayacaktır ama yazayım yine de
Şaşırdık...
Topu topu ikişer elimiz, birer dilimiz var; tamam memleketin bütün duvarları bizim ama "kitle"ye ulaşsın diye yazabildiğimiz mecralar belli... Bütün meydanlar, sokaklar bizim tabii de "sessiz" oluyor işte attığımız çığlıklar orada da; gazla boğuluyor, gaz fişeğiyle susturuluyor; milyonların gözünün içine baka baka gerçeği haykırma zemini yaratan kaç ekran var Allah aşkına?
Hangisine yetişelim;
Hangi hinlikten başlayalım, hangi sinsiliği açıklayalım, hangi maskeyi düşürelim önce bilemez haldeyiz...
-Sanırım- darbe dönemleri dışında hiç bu kadar zor olmamıştır bu ülkede gazetecilik; malzeme yokluğu değil çokluğu prangalıyor kalemlerimizi; şaka gibi!
Hangisine itiraz edelim;
Gün ortasında sıkılan karanlık kurşunlara mı?
Omurgası eğilmekten ters L halini alan "patronlar"ın kıydığı meslektaşlarımıza mı?
Hukukla hukuksuzca tutsaklaştırılan "aydın"lara mı?
Etnik kimliklerin, mezheplerin sobelendiği bu kanlı saklambaca mı?
Kimin hakkını savunalım haksıza, gaspçıya karşı;
Ekmeği alınanların mı? Rütbesi çalınanların mı?
***
Başını kuma gömmemiş her "kafa" hazine değerindedir böyle zamanlarda; bereketi bile çalınmış bu toprağı, bu cebren ve hile ile çoraklaştırılmış toplumu zenginleştirir, filiz verir yeniden "düşünce"...
Paradan, makamdan, mevkiden, her nevi nemadan boğma tellerinin kısamadığı her ses kıymetli; bizimle aynı makamdan anlatmayabilir derdini, "koromuz"a dahil olmayabilir ama biliriz ki fikri namus sahibi, ilkeli...
Önceki gün Şehir Tiyatroları'ndan atılan Levent Üzümcü -en azından benim için- işte bu nedenle, biat günlerinin korunması zaruri sembol adlarından biri...
Yeni değil, "Gezi" sürecinin başında, hani şu "penguen medya"ya isyan başladığında almıştım ben kendi içimde bu kararı onunla ilgili. İstanbul'un orta yeri cayır cayır yanarken kendilerini buzul hayat belgeselleriyle ferahlatıp da, kamerasını ancak yaşananlar yok sayılamayacak derecede "popüler" hale geldikten sonra Taksim'e çevirenleri canlı yayında, kendi kanallarında -ya bir daha beni ekrana çıkarmazlarsa hesabı yapmadan- rezil rüsva ettiğinde "artı 1" diye sevinmiştim şahsiyetliler cephesi adına...
Çünkü şu ara, bu özgürleşmek yahut "1984"ün zavallı karakterlerinden birine dönüşmek savaşında en çok "eyvallahsız" adamlar lazım bu ülkeye!
***
Bakıyorum, Üzümcü'nün kovulduğunu bildiren 10 haberden 9'u "Sosyalist Enternasyonel'de yaptığı konuşma dolayısıyla..." diye başlıyor.
Ve bu vurgu, toplumun büyük bir bölümü için, o konuşmanın içeriğini merak bile etmeden, Üzümcü'yü "etiketi" dolayısıyla "öteki" haline getirme sebebi hâlâ... Çünkü "ambalajlarımız kadar"ız yazık ki...
Ben de Üzümcü'yle aynı okumuyorum dünyayı; ideolojilerimiz farklı, siyasi tercihlerimiz farklı, belki inanç değerlerimiz farklı ama gördüğüm ve bugün, bütün bu farklılardan çok önemsememiz gerektiğine inandığım bir aynılık var aramızda;
Cumhuriyet'in Diyap Ağa ile Cemalettin Çelebi'nin yan yana yürüyebilmesini sağlayan aydınlık yolundan yürümeyi öğrenmeye çalışıyoruz düşe kalka!
Bizi biz yapan "tutkal" dediğimiz ruh bu aynılıktan ibaret; onu da mı feda edelim kendini devlet sanan iktidarın "örgütlediği kötülüğe, vicdansızlığa, cehalete"...
İkimizi de; eminim sizin birçoğunuzu da öyle, kaygılandıran fotoğraf bir:
"Kitle" dedikleri, "kalabalığına" güvendikleri insan blokları;
Betonlaşmış, kalbi taş, kafası keza...
Sormuyor, sorgulamıyor, saraydan kumandalı, adlı adınca söylemek lazımsa çoğunluğun tiranlığı...
Mevzu ülkücü, devrimci, sosyalist, muhafazakâr, liberal, tarikat ehli, deist, ateist mevzu değil; çarpıtıp hedef şaşırtmalarına izin vermeyin! Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini kullanırken yahut hizmet alırken sahip olduğu "eşitliği" bozmaz bunların hiçbiri...
Kökleri, kökenleri, değerleri değil "toplumun bir arada yaşayabilme kabiliyeti"ni zafiyete uğratan davranışları kategorize eder "hukuk devleti".
"Celladına aşık olamayan kim varsa kellesi vurula"cılar mı var yani aramızda;
Biz, hırsızlık yaptığında yargılansın istiyoruz insanlar;
Cinayet işlediğinde yargılansın, rüşvet aldığında-verdiğinde, Anayasa'yı ihlal ettiğinde, görevini kötüye kullandığında, şiddete başvurduğunda, hayvanlara işkence yaptığında, çocuklara tecavüz ettiğinde, dereleri peşkeş çektiğinde, havayı suyu zehirlediğinde, şehirlerin ciğerlerini sökmeye kalkıştığında, omzunda kaleşnikofla yol kestiğinde, kendini devletin yerine koyduğunda yargılansın;
Ve adil yargılansın!
Bir karakolun kapısına tonlarca ağırlıkta patlayıcı dayamayı "halkların hak savaşı" diye yutturanlara yol verip "katil kim" diye sorgulayanlar yargısız infaz edilmesin!
***
İBB Şehir Tiyatroları'ndan kovulmasına yol açtığı savunulan o konuşmada "kapitalizmin tahribatı"na karşı uyarıyordu toplumu Levent Üzümcü; bu Türk toplumunun üzerinde uzlaşamayacağı bir konu mu?
O konuşmada "doğanın kaynakları kemirilmesin" istiyordu; ki daha az zehirlenelim, daha az hastalanalım, daha az göçük altında kalalım, daha az selde boğulalım; bu birbirimizin gözünü oyma nedeni midir yoksa el ele verilesi bir talep mi?
"Muhbir vatandaş" yaratma projesine karşı çıkıyordu; "kapımdaki düşman" sendromuyla yaşamaya çok mu meraklısınız yoksa?
"Mahremin dinlenmesine, izlenmesine" tepki gösteriyordu; siz sanki yatak odalarınızın halka arzını ister misiniz?
"Benim ideolojimi kutsa ötekiler kahrolsun" olsaydı derdi ben de eleştirirdim; ama bir sanatçı "kendi olduğu için" ekmeğinden oluyorsa, orada duracak bu zulüm arkadaş!
Kendimiz olamayacaksak ne olarak, ne diye tutunmaya çalışıyoruz hayata!
"Ne yiyeceğime, ne içeceğime, kaç çocuk yapacağıma, hangi okula gideceğime, evimi kiminle paylaşacağıma, nasıl giyineceğime karışma" bile diyemeyeceksek...
Kendini "devlet" sanan iktidar sahiplerinin örgütlediği kötülüğe, vicdansızlığa, cehalete karşı "hooop" çekemeyeceksek...
Var olmamızın manası ne?
Oksijen tüketen bir asalak sürüsü müyüz yeryüzünde!