İçinden, bir insan ne kadar yaşasa da yine ölmeyecek mi, diye geçiriyordu
Tercüman Ali’ye onların sözlerini aktardı: - İşte bu düğmeyi bu tarafa çevireceksin. Çevirdin mi yarım saat içerisinde çalışmaya başlar. Sen hemen kaç. Yarım saat sonra ne karargah kalır ne paşa... Hepsi havaya uçar. Ali, masanın üstündeki siyah şeye dikkatle baktı. Düğmesi beyaz bir madendendi. Subay, İngilizce daha ayrıntılı bilgiler veriyor, düğmeyi parmağıyla iter gibi yapıyordu. Tercümana, çadırın yirmi otuz metre ilerisine bile konsa çok etkili olacağını söylüyordu.
Küçük Ali, saatli bombayı tercümandan isteyerek torbasına soktu. Ağırdı, belki beş okkadan fazlaydı.
Tercüman, kumandanın iltifatlarını yineleyip duruyordu. Hemen o gece Ali’nin geldiği yoldan geri gitmesine karar verildi. Kumandan elli İngiliz lirası hediye etmek istedi. Ali kabul etmek istemedi. "Kabul etmezsen, köyündeki yoksullara ver" diyorlardı. O’nu, yandaki odaya götürdüler. Bir masanın başına oturttular. Önüne et, ekmek, tatlılar ve tanımadığı bir içecek koydular. Uzun boylu yaver ayakta hizmet eden erlere bakıyor, tercümanla konuşuyordu. Ali’nin torbası yanındaki sandalyedeydi.
Ali yemeklerini yerken, bu adamların alçakça planlarını düşünüyordu. Oysa Türk paşası böyle alçakça bir plan düşünmemişti. İçinden; "Gece Türklerin tarafına gidiyorum, diye atlarım, bombayı kurar, siperin dibine bırakırım, kendim de kaçarım" diye geçiriyordu. Ama böyle yaparsa siper havaya uçacak, içindeki askerler ölecek, bu hainliği düşünen kumandana bir şey olmayacaktı. Gece siperden dönüp buraya gelmenin ihtimali de yoktu. Siper başları, büyük karargahın yanları hep nöbetçi askerlerle doluydu.
İngiliz yaverle tercüman konuşa konuşa kapının yanına gitmişlerdi. Ali’ye dikkat etmiyorlardı. Ali, bütün İngiliz karargahını alt üst edecek bu korkunç araca bakmak istedi. Yanındaki torbayı, yavaşça kucağına aldı, ağzını açtı. Dört köşe bomba, kocaman bir kurşun tuğla gibiydi. Saatinin düğmesi beyazdı. Gümüş gibi parlıyordu. Parmağını dokundurdu, azıcık itti... Bir parmak kadar... ’Yeniden geri çekmek istedi... Hayır, gelmiyordu. Düğmeyi sonuna kadar çevirip, bombayı bu-rada bırakmak aklına geldi. Ama kendisi nereye kaçacaktı? Hemen kendisini tutarlar, öldürürlerdi. Bombayı götürüp bizim Paşaya teslim etse ne fayda olacaktı? İngiliz kumandanının alçaklığı yine cezasız kalacaktı. Kafasından şimşek gibi bir düşünce geçti. Dudağını ısırdı, iştahı kesildi. Kapıya baktı. Tercümanla yaver dalmışlar, ellerindeki haritaya bakarak konuşuyorlardı. Ne olabilirdi? Kendisi de birlikte.... Papaz; "Ulusu için ölenler sürekli yaşarlar" demiyor muydu? Bu sözü, yine o anda aklına getirdiği köyünün imamına söyletiyor, içinden, bir insan ne kadar yaşasa da yine ölmeyecek mi, diye geçiriyordu.
(Devam edecek)