Kocaman kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin kucağına düşüverdi
Subay:
- Peki çocuğum, şimdilik bize konuk olursun, gece seni salıveririm, dedi.
Sonra onu, kum dolu torbaların arasındaki küçük bir deliğe yaklaştırdı. Fundalık ormanı, ilerideki derin uçurumu gösterdi. Eline bir dürbün verdi. İngiliz siperlerini buldurdu. Bu uçurumun etrafı boştu. İlerlemek mümkün olmadığı için, her iki tarafın da burada askerleri yoktu.
Ali, gece oluncaya kadar subayın yanında kaldı. Yemeğini subayla birlikte yedi. Şimdi siyah bulutlar içinden yıldızlar parlamaya başlamıştı. Subay, kendi elleriyle onu siperin üzerine çıkardı. Hava o kadar karanlıktı ki, siperlerde sanki insan yoktu. Yalnız, ne olduğu anlaşılmaz uzaktan sesler duyuluyor; ama hiçbir ışık görünmüyordu.
Küçük Ali, gündüz gördüğü uçurumun dibine doğru inmeye başladı. Düşmemek için çalılara tutunuyor, elbiseleri, yüzü gözü çiziliyordu. Belki iki saat uğraştı. Ayağının alandan taş toprak parçalan kayıyor, tutunduğu dallar kopuyordu. Gözleri karanlığa alıştı. Bulutlar geçtikçe yıldızlar çoğalıyor, etraf biraz görünüyordu.
Ertesi gün, İngiliz tarafina tırmanacak bir yer buldu. Burayı çıkabilmek için belki dört saat çalıştı. Biraz dinleniyor, ekmek yiyor, yeniden fundalara sarılıyordu. Kimi zaman karşısına aşılmaz bir kaya çıkıyor, yeniden inerek başka bir taraftan inmeye çalışıyordu.
Ali, Türk siperleri hafif aydınlanıp morlaşırken, İngiliz siperlerine iyice yaklaşmış olduğunu gördü. Yere sinerek biraz durdu. Cebinden, karargahta verdikleri beyaz bezi çıkardı. Fundalıktan kopardığı bir değneğe takarak, yukarı kaldırdı. Yüz adım kadar yaklaştığı üst tepedeki siperden bir takım sesler duyunca; "Kıbrıs, Kıbrıs!" diye bağırdı.
Papazın parolası hemen anlaşılmıştı. Görünmeyen insanlar hemen cevap verdiler "Ela Ela" (Rumca: Gel gel)
Küçük Ali, sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Daha güneş doğmamıştı. Beyaz torbaları arasından tüfeklerin uçları görünüyordu. Ali, torbaların üstlerine çıktı. Bayırı atlayamadı, çünkü çok derindi. Kocaman kırmızı yüzlü, kırmızı saçlı bir askerin kucağına düştü. Etrafına toplanan İngilizler, anlamadığı bir dille ona sorular soruyorlardı. Ali, Hıristiyanların yaptığı gibi derin bir haç çıkardı: "Ben Rumum" dedi. Getirdiği mektubu gösterdi:
- Puyne general (Rumca: General nerede?)
- Allright (İngilizce: Tamam.)
Siperin içinde konuşuyorlar, sanki birini arıyorlardı. Onu, bir yer altı yolundan gerilere götürdüler. Buraları tıpkı bizim tarafa benziyordu. Yalnız insanları ayrıydı. Hepsi sarı, uzun boylu, zayıftı. Hiçbiri gülmüyordu. Bir şeye surat asmış gibi duruyorlardı. Yer altı yolunun sonundaki inde, uzun bir sandalyeye yaslanmış İngiliz subayına da Ali, Rumca olarak meramını anlatmaya çalıştı. O zaman biraz durakladılar.
(Devam Edecek)