Bir an önce paşanın oturduğu yere ulaşmak hırsıyla sanki koşuyordu
Arıburnu, Cehennemdere hücumlarını, batan gemileri, denizaltıları bombaları, uçakları, havadan yağan çivi yağmurlarını dinledi. Dinledikçe damarlarındaki kan kaynıyor, bir an önce paşanın oturduğu yere ulaşmak hırsıyla sanki koşuyordu.
Dördüncü gün top sesleri daha yakından işitiliyordu. Yolda daha da kalabalık askerlere rastladı. Karşıda, beyaz çalılıkların arasında bir çok beyaz çadır görünüyordu. Yürüdü yürüdü, tepenin dibine geldi. Orada bir taşın üstünde siyah bıyıklı, soluk kalpaklı iri bir asker oturuyordu. Silahı yoktu. O’na:
- Paşa burada mı, diye sordu.
- Hayır.
- Bu çadırlarda kimler var?
- Yaralılar, burası hastane.
- Paşa nerede oturur?
- Ne yapacaksın?
Ali, geriden bir mektup getirdiğini, bu mektubun savaşla ilgili olduğunu anlattı. Er:
- Hangi paşayı istiyorsun, ben yaralanmıştım, iyileştim. Alayıma döneceğim. Bizim tümen siperlerdedir. İstersen seni bizim paşaya götüreyim, dedi.
Ali buna razı oldu. Artık ana yol bitmişti. Yeni yollardan, topçu izlerinden yürüdüler. Yük taşıyan hayvanlara, küçük cephane arabalarına, hasta sedyelerine rastlıyorlardı.
Denizin üstü süt gibi durgundu. Akşama doğru bir çam ormanının içine girdiler. Dik bir dereyi indiler. Yükseklerden bir çağlayanın şarıltısı duyuluyordu. Derenin sağ tarafındaki sırtta, on beş yirmi kadar çadır vardı. Burası uzaktan beyaz çatılı, ıssız bir köye benziyordu. İnce, tahta köprüyü geçtiler.
Er, Küçük Ali’ye;
- Sen burada bekle, dedi.
Gitti, ilerledi. Nöbetçilerle konuştu. Çadırın birine yürüdü. Oradan çıkanlara bir şeyler söyledi. Sonra konuştuğu adamlarla birlikte küçük Ali’ye döndü. Elini salladı; "Gel!" diye işaret etti.
Ali koşa koşa onların yanına gitti. Sırmalı iri bir adam, onları baştan aşağı süzdü. Gülümseyerek sordu:
- Hani mektup?
- Poturuma dikili.
- Kimden getirdin?
- Papazdan.
- Bizim Paşaya mı?
- Hayır, İngiliz Paşasına.
(Devam Edecek)