Barutcu'nun yazısı şöyle:
12 MART: DARBEYE KARŞI DARBE
Türkiye 1971'e çok gergin bir ortamda girdi. Dev-Genç militanları, Anadolu’ya yayılarak köylüler ve işçileri kışkırtıyor, DİSK’in düzenlediği grevler, 15-16 Haziran olaylarında olduğu gibi normal yörüngesinden çıkıyor doğrudan anayasal düzene yönelik tehdit haline geliyordu. Bu arada, Madanoğlu-Avcıoğlu, İlhan SELÇUK ekibi de Silahlı Kuvvetler içindeki yandaşlarıyla birlikte yönetime el koymak için hazırlıklarını sürdürüyorlardı. Bu grup, “Baas” tipi sosyalist ve totaliter bir yönetim planlıyor, “devrimci” bir iktidar oluşturmak için şiddet kullanmayı doğal sayıyordu.
İktidarın derin aymazlığına mukabil devletin iç kademelerinde bu gelişmeleri yakından izleyenler vardı. Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY, Genelkurmay Başkanı Memduh TAĞMAÇ, MİT Müsteşarı Fuat DOĞU, kendilerine destek veren Birinci Ordu Komutanı Faik TÜRÜN gibi komutanlarla birlikte tarihi bir görev yaptılar. Onların dikkati ve uyanıklığı sayesinde, bir Sovyet uydusu haline gelmesine ramak kala, Türkiye adeta direkten döndü.
Tabii yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Milliyetçi Hareket Partisi üst yönetiminin, Ülkü Ocakları Dernekleri yöneticileri ve Dr. İskender Öksüzün, başkanlığının Prof. Dr. Tarık Somer’inde ilim heyeti başkanlığını yaptığı KÜBİTEM’in başta Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay olmak üzere devletin her kademesine ülkemizin karşı karşıya olduğu tehdit ve tehlikelerin mahiyeti, devrimci gençleri kanlı eylemlere sürükleyerek ülkede bir kaos ortamı yaratmak isteyen bir takım aşırı sol darbeci odakların karanlık niyetlerini ifşa eden raporlarının ve ziyaretlerde yaptıkları açıklamalarının devletimizin bekasını, milletimizin birliğini, vatanımızın bütünlüğünü tehdit eden tehlikelerin bertaraf edilmesinde önemli bir rolü olduğunu da kaydetmeden geçemeyeceğiz. Aynı KÜBİTEM ileride görüleceği üzere 12 Mart 1971 askeri muhtırasından sonra üniversitelerdeki ülkücü öğrenci dernekleri, devrimci öğrenci dernekleri hür-genç v.b. öğrenci dernekleriyle birlikte sıkıyönetim kararıyla kapatılır. Dr. İskender Öksüz başkanlığındaki KÜBİTEM heyeti Ankara sıkıyönetim komutanı Orgeneral Semih Sancar’ı ziyarete giderler aralarında şöyle bir konuşma geçer.
-Komutanım bizi neden kapattınız. Biz memleket ve millet namına şu şu şu hizmetleri yapıyorduk.
-Bu sizin söylediklerinizi Türk Silahlı Kuvvetleri yapamıyor siz nasıl yapıyorsunuz? Bir küçücük dairede mi bu işleri yapıyorsunuz.
İskender Öksüz her zamanki hazır cevaplılığıyla ‘’Paşam kapattığınız TÖS( Türkiye Öğretmenler Sendikası)’ün çok güzel bir binası var o binayı bize tahsis ederseniz daha büyük hizmetler yaparız.’’ Der. Tabii ki bu isteği kabul edilmez. Çünkü dönemin sivil siyasetçileri gibi koca generalleri de ülkücülere de devrimcilere de karşı tarafsız(!)dırlar.
O yıllarda Töre-Devlet Yayınevi tarafından devletin resmi belgelerine ve sıkıyönetim mahkemeleri yargılamalarına dayanılarak neşredilen ‘’Dev-Genç Dosyası’’,’’ Madanoğlu Dosyası’’, ‘’TÖS Dosyası’’, ‘’Türkiye İhtilalci İşçi-Köylü Partisi Dosyası’’, ‘’Sandık Cinayeti ve Sabotajlar Dosyası’’ isimli kitaplar okunduğu takdirde devletin bütün kurumlarına bir ur gibi musallat olan gizli ihanet şebekelerinin karanlık yüzlerini bütün çıplaklığıyla görebilmek mümkündür.
12 Mart 1971 öğle haberlerinde televizyon ve radyodan okunan Silahlı kuvvetler bildirisinde, Demirel hükümeti istifaya mecbur bırakılıyor, TBMM açık tutuluyor ancak, yönetim, Ordu'nun belirlediği Nihat ERİM başkanlığındaki hükümet ile kontrol altına alınıyordu.
Asıl operasyon üç gün önce, 9 Mart’ta yapılmış, sivil ve askerlerden oluşan “Baasçı-Sol” grubun yapmaya hazırlandığı darbenin Silahlı Kuvvetler içindeki ayağı tesirsiz hale getirilmişti. 12 Mart Muhtırası ile bir bakıma Ordu içindeki gerilim yatıştırılıyor, tansiyon düşürülüyordu. 12 Mart’ın 27 Mayıs müdahalesinden farkı parlamentonun kapatılmamış olmasıdır ancak komuta heyeti, hükümeti ve meclisi muhtıradaki şartlar yerine getirilmediği takdirde TBMM’yi kapatacaklarını söyleyerek tehdit etmişlerdir. Böylece adı ara rejim olan 12 Mart dönemi başlamış oldu.
ABD’NİN BASKISIYLA HAŞHAŞ EKİMİ YASAKLANIYOR
Prof. Dr. Nihat Erim’in başbakanlığındaki hükümetin ilk icraatlarından birisi ABD’nin uzun yıllardır aleyhimize kamuoyu oluşturarak baskı yaptığı ve ekiminin yasaklanmasını istediği haşhaş üretiminin yasaklanması olmuştur. 29 Haziran 1971’de Türkiye’de Başbakan Erim’in, ABD’de ise başkan Nixon’un karşılıklı olarak yayınladıkları bildiriyle, Türkiye’de üreticilerin afyon ekimine Türk hükümetinin 1972 yılından itibaren kesinlikle izin vermeyeceği bildirilir. Yüzyıllardan beri Türkiye'de haşhaş ekimi ve haşhaştan afyon üretimi yapılırken Türkiye'nin, yasadışı uyuşturucunun kaynaklarından biri olarak suçlanması sebebiyle Türk Hükümeti bu suçlamaların doğru olmadığını ispat etmek amacıyla ülkede haşhaş ekimine 26/06/1971 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile tam bir yasak getirdi. Bir milletin hükümranlık haklarına ve içişlerine direk müdahale anlamına gelen böyle bir yasaklama kararı karşısında kamuoyundan fazla bir tepki gelmedi.
Sadece 1973 genel seçimlerinde Mhp’li adayların seçim bölgelerinde bu konunun yanlışlığını sık sık dile getirdiklerini hatırlıyoruz. [1]
‘’Umut gerçekte Cumhuriyetin ilk yarı yüzyılını kapamaya hazırlanana Türkiye’nin en güçlü dayanağıdır.
Soğuk Savaş trampetleri arasında açılan çok partili dönem merkezci ve merkezdışıcı güçlerin sürekli çekişmeleri altında değişik uluslararası ortamlardan geçmiş ve en sonunda 1971 rejimi gerçeğini yaşamıştı. Sosyal düzenin kendisinin gittikçe genişleyen biçimde yeniden üretme zorunluluğu, gündemin yine ilk maddesinin oluşturmaktaydı.
Denenilmiş ve her deneyin arkasından gittikçe açık bir şekilde kavranılmıştı ki üretici güçlerin kapitalist bir yapı altında da olsa önemli gelişmeler gösterdikleri bir toplumda, sığ bir Bonapartizm geçerli değildir. Özgürlüklerin üzerine şal örtmek uzun sürede olanaksızdır. Kapitalist/Liberal bir düzen yeniden üretimini salt yüzeysel bir ekonomi dinamiği altında ele alamaz. Ekonomi düzen içinde politika ile birlikte genişletilir
Politika yığınlara kapalı tutulabilecek bir özel bölge biçiminde düşünülemez. Eğer bir yaşama biçimi belli bir toplumda demokratikleşme yoluyla var olacaksa, bu, yığınlara inen ve çevreye tüm gelişme haklarını tanıyan büyük ve genel bir açılışın eşliğinde olabilecektir. Uygulanabilecek bütün kısıtlamaların sınırı en fazla demokratikleşmenin güvenceye alınması gereksinimleriyle bağlantılıdır.
Bir sistemin anayasaları, praxis(uygulama) açısından, ekonomide başka, politikada bambaşka biçimlerde de anlaşılamaz ve uygulanamaz. Sistem, praxis(uygulama) düzeyinde de tüm sosyal ilişkilerde bir ana modele uygun bütünlük sağlama sorunudur.
1971 Rejimi derinlerinden sarsılıp çözülürken, Türkiye ekonomiyle politika arasındaki ayrılmaz ilişkilerin yeni dengesini gerçekleştirmek zorundaydı.
1973 başı Türkiye’sinde iki ana dinamik birbirleriyle çatışır.
1: 1971 Rejimine ve onun bağrında sakladığı çeşitli bonapartist eğilimlere kaynaklık eden merkezci eğilimler iktidarda hala kendilerini tahkim etme uğraşındadırlar. Bunun için de sosyo/politik yapıya küçük burjuva kökenlerine de oldukça uygun bir yeni biçim vermeye çalışıyorlardı.
2: Toplumun yıllar boyunca serpilen modern kentsel güçlerinin ve özellikle çalışan sınıflarının yeni toplumcu özlemleri, toplumsal yarar ve özgürlük arasında özgür ve geniş bir karşılıklı etkileşimim gerçekleştirme yönündedir. Buradan çevreye belli ölçüde özgürleştirme getiren yepyeni toplumsal ve siyasal örgütleniş biçimleri de doğabilecektir. Politikanın gelenekçi baskılar altında uzun yıllar dar bir alana kısılan ve kısırlaştırılan dinamikleri böylece ileri bir demokratik aşamaya geçebilecektir.
1973 Türkiye’si birbirlerini zorlayan bu iki ana yöneliş çevresinde somut bir boy ölçüşmeye girişmekten alıkonulamazdı.
Batı sisteminin çevre ülkelerinin bu genel oluşumun dışında kalması da beklenemezdi.
Bir baskıcı otoriter rejimin üstünde durabileceği dış denge yok olmuştu. Bu dağılışın yansımaları her yerde görülecektir.
Türkiye de gelişimin yönü nasıl belirlenecekti.
Türkiye’nin iç dinamikleri ve daha çok da dış dinamikler, fazla vakit geçirilmeden demokrasiye millet iradesine müracaat etmeyi talep ediyorlardı. Durumu belirlemeyi kolaylaştıracak olan tarih olayı 1973 ilkbaharında Çankaya’nın boşalmasıyla ortaya çıkar.’’[2]
Türkiye Büyük Millet Meclisi uzun bir bunalım ve olağandışılıklar döneminden sonra 13 Mart 1973 te Türkiye’nin yeni devlet başkanını seçecekti.
Devlet Başkanlığı seçimi bir yerden sonra 1971 rejiminin de son ve kesin ‘’olmak ya da olmamak’’ savaşımına kaynaklık edecektir. 1971 rejiminin Türkiye’si sesi kısılmış bir toplum görünümündedir. Duyulan sesler de daha çok içerden değil dışarıdan yükselir.
Sesi en çok duyulan dış odakların başında Avrupa Konseyi gelir…Strazbourg’daki Avrupa Konseyi toplantılarında gittikçe ağır eleştirilere uğramaktadır.
27 Mayıs’ın lideri Cemal Gürsel’in erken ölümünden sonra 30 Mart 1966 da Cumhurbaşkanı seçilen eski genel kurmay başkanı Cevdet Sunay’ın yedi yıllık görev süresi 1973 martı biterken artık sona ermekteydi. Devlet Başkanının görev süresinin bitiminden 15 gün önce 13 Mart 1973’te Cumhurbaşkanlığı seçiminin yenilenmesi gerekiyordu.
1971 rejiminin iç yapısında devlet başkanlığını kendi denetimleri altında tutmak özel br değere sahiptir.
Oysa, aynı güç odaklarının bir başka bölümü böyle bir şeyin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler adına gerçekleştirilmesini istememektedirler.1973 Martı Genelkurmay Başkanı gürlerin, bütün birikimiyle birlikte Çankaya’ya gerçekten yerleşmek isteğinin anlaşılmasıyla gelir.
Merkez resmen devlet başkanlığını istiyordu. Liberal /Kapitalist programın siyasal partisi AP ve lideri Demirel ise bu isteği görmezden gelmekteydi. 12 Martla düşürülmüş başbakan olmaktan çıkma özlemindeki Demirel Çankaya’yı kendisini alt eden bir insana bırakma yanlısı değildi. Ortanın solundaki CHP açısındansa ilke olarak tüm 1971 rejimi boyunca çelişkisini sürdürdüğü bir güçle bütünleşmek imkansızdı. Faruk Gürler Cumhurbaşkanı seçilmek için 5 Mart 1973’te Genelkurmay Başkanlığından istifa eder Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay Gürler’i 7 Mart 1973’te kontenjan senatörlüğüne atar.
Gürler’in kontenjan üyeliği duyulur duyulmaz ilk açıklama Adalet Partisi lideri Demirel’den duyulacaktır. Demirel(Cumhurbaşkanlığına tayin değil seçim yapılacaktır demekteydi)
Ecevit’te açık konuşarak ‘’Zorlama, rejim için zararlıdır’’ sözüyle, karşı yönde bir tavır alacağını belli eder.
Demirel ve Ecevit ilk kez birbirlerini çok yakın bir çizgide buluşmaktaydılar. Türkiye önemli bir dönemece yaklaşmaktaydı. Belki 1971 rejimini aşma baskılarının yarattığı yeni bir uluslararası diyalektiğinde etkisiyle, iki siyasal güçte ortak bir çizgide buluşmaktan başka seçeneklerinin kalmadığını görmekteydiler.
Sivil politik arenanın en önde gelen güçlerine göre, bir oldu bitti ile 1971 rejimini devlet başkanlığı göreviyle bütünleştirmek toplumun ihtiyaç duyduğu bütün sivil toplum oluşturma çabalarıyla derinden çelişecekti. Seçim baskı veya zorla değil gönüllü bir katılımla gerçekleştirilmeliydi
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 13 Mart oturumunda Gürler ancak 175 oy alırken Adalet Partisinin Cumhurbaşkanı adayı o da eski bir kuvvet komutanı olan Tekin Arıburnu 282 oy alıyordu. Demokrat Partinin Adayı Ferruh Bozbeyli’de Dp’nin 45 oyunu olduğu gibi toplayabilmişti. Anayasaya göre devlet başkanı seçilebilmek için ilk iki turda TBMM üçte iki oy çoğunluğunu almak,318 oy sağlamak gerekiyordu. Sonraki turlarda da sonuç değişmeyince oturum başka bir güne erteleniyordu.
Gürler, artık parlamento sıralarında gittikçe yalnızlaşacak olan bir trajedi kahramanından farksızdır.
‘’Ne olmuştur da , başlıca sivil politik güçler, çok güçlü sanılan Genelkurmay Başkanını böylesine yalnız bırakabilmişlerdir?
Şüphesiz bu çözülüş ne yalnız birkaç yetenekli kişinin ne de basit bazı tesadüflerin ürünüdür.1971 rejiminin kaçınılmaz çöküşünü anlatan o olayın gerisinde değişmekte olan milletlerarası siyasi şartların eşliğinde, geniş bir iç ve dış ilişkiler ağı altında uygulanmış geniş bir stratejinin izleri vardır:
Uluslararası ortam yumuşamayı öne çıkaracak ilişkilere yönelirken, Türkiye’de baskıya dayalı bir rejimi sürdürebilmek imkansızlaşmıştı. Batı Avrupaysa ağırlığını zaten çoğulcu demokrasi yönünde koymuş bulunmaktaydı. Otoriter rejim kendisine hayat verecek damarların ancak kurumaya aday bulunduğu bir ortamda kolay sürdürülemezdi.
Türkiye’nin iç sosyal ilişkileri de var olan dar boğazları aşma dönemindeydiler. Toplumcu aydınlardan şehirlerin genç işçi sınıflarına ve kırların en yoksul insanlarına kadar büyük çoğunluğun özlemi, demokratik hak ve hürriyetlerin ete ve kemiğe bürünebildiği bir yarına kavuşmaktı. Baskı , terör, işkence ve benzeri yollar, geniş halk kesimlerindeki değişim özlemini günden güne körüklemekten başka sonuç yaratmıyordu ve yaratamazlardı da.
Sistem, başkanlık meselesinde sivil politik güçlerin yan yana gelmesini sağlarken karşı kesim içinde de kendisine önemli dayanak noktaları aramış ve bulmuştur. Gürlere dargın olan Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur ve Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da Gürlerin seçilmesini istemeyenlerin saflarına katılmışlardı.’’[3]
Çankaya konusunda beklenen adım kısa süre sonra ve hızla atılır. Adalet Partisi Genel Başkanı Demirel,CHP Genel Başkanı Ecevit ve Cumhuriyetçi Güven Partisi Genel Başkanı Feyzioğlu bir araya gelerek Çankaya’nın yeni konuğunun kontenjan senatörü emekli oramiral Fahri Korutürk olması konusunda anlaştıklarını açıklarlar.
Bu sivil ve üniformalı kesimler arasında varılan yeni bir uzlaşma demektir. Türkiye Büyük Millet Meclisi 6 Nisan 1973 te toplanacak ve 365 oyla Korutürk’ü devlet başkanı seçecektir.
İstanbul’dan birkaç saat önce gelerek, seçilmesinden bir saat sonra görevine başlayan Korutürk Çankaya’da sade bir yurttaş olarak kalacağını söylüyordu.
1971 rejimini yaratan gizil güç bir bakıma oluşumun gerisinde kalmış bulunuyordu.
Yerini bırakmamak amacıyla baskı ve direnişini sürdürmeye kalkışsa bile yolun sonu ufukta görünmüştür.
Parlamentoda, sivil partilerde gölgeden çıkıyorlar değişim rüzgarlarının eseceği bir yeni Türkiye için verilecek iktidar kavgalarına daha bir güvenle adımlarını atmaya hazırlanıyorlardı.
1973 yılı Ocak ayı takvimden düşerken Türkiye’nin uluslararası ilişkileri açısından bir dış trajedi gerçekleşir. Mıdırgıç Yanıkyan adlı Ermeni kökenli bir Amerikan yurttaşı Türkiye’nin San Francisco Başkonsolosu Bahadır Demir ve Konsolos Mehmet Baydar’ı silahıyla ateş ederek öldürmüştü. Yurtdışındaki ermeni örgütleri de Türkiye’nin gelişimiyle ilgilerini kanlı terör eylemleriyle kanıtlama çabasındaydılar. Bu eylemler giderek büyük bir zincirin halkalarını arkaları sıra çekeceklerdi.
15 Şubat 1972’de genel merkezi Çankırı’da bulunan( Ankara’da sıkıyönetim müsaade etmediği için) ve kuruluşundan kısa sonra Türkiye genelinde 185 şubeye ulaşan Türk Ülkücüler Teşkilatı Genel Başkanı Şevket Barutçu 8 Nisan 1973 tarihindeki kurultayda alınan kararla dönemin ABD başkanı Richard Nixon’a ‘’Hayatları devletinizin şerefine emanet edilen iki Türk evladının hayatını koruyamadınız, yazıklar olsun’’ mealinde bir telgraf çeker akabinde Çankırı Halk Eğitim Merkezi müdürü Şevket Barutçu hakkında ceza davası açılarak açığa alınır ve mahkum edilir. Bu cezası 1974 genel affında kaldırılacaktır. İçişleri Bakanlığının ikazı üzerine adını Ülkücüler Teşkilatı Derneği olarak değiştiren kuruluş 1973 ortalarında aynı sebeple mahkeme kararıyla kapatılır.
Devam edeceğiz...
[1] MHP seçim beyannamesi 1973
[2] Ali Gevgilli: Yükseliş ve Düşüş, Altın Kitaplar Yayınevi Temmuz 1981, İstanbul
[3] Ali Gevgilli: Yükseliş ve Düşüş, Syf.548-549 Altın Kitaplar Yayınevi Temmuz 1981, İstanbul