Yaşananların sarsıcı gücü karşısında hem ülkemizde hem de yurtdışındaki pek çok uzman mevcut jeopolitiği açıklamak için sık sık 1945 sonrası dönemle ilgili benzetmelere başvurdular. Bu dönemde bizlere defalarca ama defalarca dünyanın “yeni bir Soğuk Savaş’a girdiği” söylendi. Peki bu ilk duyulduğunda kabul edilebilir duran yorumlar gerçekle ne denli örtüşüyor?
Soğuk Savaş: Çift kutuplu dünyanın gerginliği
ABD'nin küresel sistemdeki yerini, tarihsel bağlamıyla beraber ele aldığınızda, Batı'yı Sovyetler Birliği ve müttefikleriyle yıllar boyu süren ideolojik savaşa sokan Soğuk Savaş benzetmelerinin, bugünün olaylarını doğru okuyabilmek için kusurlu bir anahtar olduğu görülüyor. Eleştirel bir gözle bakıldığında, dünya Soğuk Savaş'ın yapısal rekabetinden çok 1930'larda dünya düzeninde yaşanan çöküşe doğru gidiyor; hem de dört nala...
DÜRÜST OLMAYAN ON YIL
Şair W.H. Auden 1939'da, “belirsizlik ve çatışmayı besleyen bir dönem” olarak gördüğü önceki 10 yılı “alçak on yıl” olarak adlandırmıştı. Neredeyse bir asır öncesinin bakış açısıyla, 1929 Wall Street Çöküşü'nden İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcına kadar olan dönem “izolasyonizm” veya “yatıştırma” gibi yüklü terimlerle çarpıtılabilir.
Şairin bahis konusu ettiği “on yıl”, Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi figürlerin yükselişini, yatıştırılan saldırganlığın basit hikayelerini anlatan bir ahlak oyunu olarak gösteriliyor. Ancak o dönem bu anlatıdan çok daha karmaşık bir kimlik taşıyor.
1930'lardaki başat güçler uluslararası düzeyde ekonomileri, toplumları ve siyasi inançları temellerinden sarsarak yeni baştan şekillendirdi. Bu dinamikleri anlamak, son yılların kafa karıştırıcı olaylarına açıklık getirebilir.
Büyük Buhran kavramı, 1930'lu yılları tüm dünya genelinde anlatan en açık tanım oldu. Fakat bu çoğunluğun zannettiği gibi ABD Borsası’nın 1929'daki çöküşünden ibaret bir kriz değildi. Bu, dünya ekonomisinde uzun soluklu ve büyük ölçekli bir çözülmenin sadece bir başlangıcıydı.
Kalıcı ekonomik sorunlar Minneapolis'ten Mumbai, Hindistan'a kadar ekonomileri ve bireyleri etkilemiş ve derin kültürel, sosyal ve nihayetinde siyasi değişimlere yol açmıştı. Bu arada, Büyük Buhran'ın uzunluğu ve piyasa güçlerinin büyük bir krizin “çürümüşlüğünü temizlemesine” izin vermek gibi standart çözümlere karşı direnci, ekonomiye “laissez faire” yaklaşımını ve onu destekleyen liberal kapitalist devletleri gözden düşürdü.
Liberalizmin temel taşı: Laissez-faire ilkesi
2008'deki mali krizin ardından gelen “Küçük Buhran” da benzer bir sonuç doğurdu: önce uluslararası ve yerel ekonomileri kaosa sürükledi, milyarlarca insanı güvensiz hale getirdi ve 1990'lardan beri hüküm süren liberal küreselleşmeyi itibarsızlaştırdı. Hem büyük hem de küçük buhranlarda, dünyanın dört bir yanındaki insanların hayatları altüst oldu. Uzun ama çok uzun yıllar boyu sürekli olarak kandırıldıklarını düşünen kitleler yerleşik fikirleri, elitleri ve kurumları yetersiz bularak daha radikal ve aşırı söylemlere yöneldiler.
Çöken sadece Wall Street değildi; birçokları için kriz, ABD'yi ve dünyanın birçok yerini yönlendiren ideolojinin altını oydu. En çok da liberalizmin...
1930'larda ortaya çıkan şüphecilik ayrımcılık, ırkçılık ve imparatorluk gibi çelişkilerle dolu olan demokrasi ve kapitalizmin modern dünyanın taleplerine uygun olup olmadığına dair soruları da beraberinde getirdi. Geçtiğimiz on yıl boyunca, dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde seçmenler benzer şekilde otoriter eğilimli popülist liderlere yöneldiler. Amerikalı deneme yazarı Edmund Wilson’a 1931'de kaleme aldığı bir yazısında yer alan ve o zamanlar sadece ufak bir azınlığın attığı şu feryat, artık bütün dünyanın ortak yakınması halini almış durumda:
“Sadece ekonomik labirentte yolumuzu değil, yaptığımız şeyin değerine olan inancımızı da kaybettik.”
Muhafazakâr siyaset bilimci Patrick Deneen'in, Türkçemize İsmail Hakkı Yılmaz tarafından 2022’de kazandırılan “Liberalizm Neden Çöktü?” adıyla kazandırılan 2018 tarihli “Why Liberalism Failed?” kitabında dile getirdiği bir görüşü, evvelden imkansız olduğu halde bugün hem sol hem de sağ kesimler paylaşabiliyor.
RÜZGAR SERT ESERSE...
En genel ve karikatürize edilmiş haliyle liberalizm, bireysel özgürlükler ve hukukun üstünlüğünün yanı sıra özel mülkiyet ve serbest piyasaya inanca dayanan bir ideolojidir. Liberalizm, destekçileri tarafından uzun yıllar boyunca dünyaya demokratikleşme ve ekonomik refah getirmenin bir yolu olarak lanse edildi. Ancak son zamanlarda liberal “küreselleşme” patinaj yapmaya başladı.
Büyük Buhran döneminde de liberalistler benzer bir etki yaratmıştı. Bazılarının demokratikleşmenin “ilk dalgası” olarak adlandırdığı 1920'lerin iyimserliği, Japonya'dan Polonya'ya kadar pek çok ülkenin popülist, otoriter hükümetler kurmasıyla birden bire çöküverdi.
Bugün Macaristan'da Victor Orban, Rusya'da Vladimir Putin ve Çin'de Xi Jinping gibi figürlerin yükselişi, tarihçilere belirsizlik anlarında otoriterliğin süregelen cazibesini hatırlatıyor.
Her iki dönem de ABD dahil olmak üzere ülkelerin yerli sanayilerini korumak için gümrük tarifelerini yükselterek ekonomik kanamayı durdurmaya çalıştığı dünya ekonomisinde artan bir parçalanmaya sahne olmuştu.
Ekonomik milliyetçilik, hararetle tartışılmasına ve karşı çıkılmasına rağmen, 1930'larda küresel olarak baskın bir güç haline geldi. Son on yılla, özellikle de COVİD pandemisi ile başlayan süreçte de milliyetçi, diğer bir söyleyişle “korumacı politikalar” moda haline geldi.
ŞİKAYETLER DÜNYASINDA ÇÖZÜM BULMAK
Büyük Buhran ABD'de hükümetin ekonomide ve toplumda yeni roller üstlendiği “Yeni Düzen”in fitilini ateşledi. Dünyanın diğer yerlerinde ise ABD’nin yarattığı liberal dünya ekonomisinin enkazı altında kalan insanlar, merkezi hükümetlerin eline muazzam bir güç veren yeni rejimlerin yükselişine tanık oldular.
Bugün Çin'in otoriter ekonomik büyüme modelinin cazibesi ile Orban, Putin ve diğerlerinin temsil ettiği “güçlü adam imajı”, sadece “Küresel Güney”in bazı bölgelerinde değil, Batı'nın bazı bölgelerinde de 1930’lardan kesitler sunuyor.
Buhran, “totaliter ideolojiler” olarak adlandırılan bir dizi ideolojiyi yoğunlaştırdı: İtalya'da faşizm, Rusya'da komünizm, Japonya'da militarizm ve hepsinden önemlisi Almanya'da Nazizm dümene geçti.
Bugünden bakıldığında “anlam verilemeyen” totaliterlerin yükseliş süreci, krizlere cevap veremeyecek ekonomilere adeta can suyu vazifesi görerek yeni “reformlara” bir “meşruiyet düzeyi” kazandırdı. Bu totaliter rejimlerin bazılarının Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan dünyayla önceden var olan gerginlikleri vardı ve liberal ilkelere dayalı küresel düzenin istikrar sağlamadaki başarısızlığının ardından, onu kendi şartlarına göre yeniden şekillendirmeye koyuldular.
Uzmanlar, büyük ölçekli savaşın geri dönüşü ve küresel istikrara getirdiği meydan okuma karşısında şaşkınlıklarını ifade edebilirler. Fakat bütün bunların Büyük Buhran yıllarıyla belirgin bir paralellik arz ettiğini inkar edemezler.
1930'ların başlarında Japonya gibi ülkeler, dünya sistemini güç kullanarak revize etmek adına harekete geçtiler. Bu gayeye matuf olarak söz konusu ülkeler “revizyonist” olarak tanımlandı. Çin'in, özellikle de 1931'de Mançurya'nın parçalanması, Rusya'nın 2014'te Kırım'ı işgal etmesinden farklı olarak Batı demokrasileri tarafından tanınmamaktan başka bir yaptırımla karşılanmadı.
Takvim yaprakları döküldükçe Çin’in askeri saldırganlığı yoğunlaştı. Çin, Japonya'ya karşı yürüttüğü emperyalizm karşıtı “kendini koruma savaşının” diğer güçler tarafından duraksamalı bir şekilde desteklenmesiyle bir öncü haline geldi. Tıpkı günümüz Ukraynası gibi...
Etiyopya, İspanya, Çekoslovakya ve nihayetinde Polonya, uluslararası düzeni kendi imajlarına göre yeniden şekillendirmek için askeri saldırganlığı ya da bu tehdidi kullanan “revizyonist” devletlerin hedefi haline geldi.
Her ne kadar ironik de olsa 1930'ların sonunda, kriz yıllarını yaşayan pek çok kişi, Nazi Almanyası gibi devletlerin rejimlerine ve yöntemlerine karşı kendi “soğuk savaşlarını” vermek zorunda kaldılar. Bu kelimeleri, normal uluslararası ilişkilerin sürekli, bazen de şiddetli bir rekabete dönüşmesini tanımlamak için kullandılar. Fransız uzmanlar o dönemi “barış yok, savaş yok” ya da “demi guerre” dönemi olarak tanımladılar.
O zamanın figürleri, bunun süregelen bir rekabetten ziyade normların ve ilişkilerin yeniden şekillendiği bir pota olduğunu anlamışlardı. Onların sözleri, bugün çok kutuplu yeni bir dünyanın şekillendiğini ve kendi yerel etkilerini genişletmek isteyen bölgesel güçlerin yükselişini görenlerin duygularında yankılanıyor.
DİZGİNLERİ ELE ALMAK
İçinde bulunduğumuz anı, sonu küresel savaş olan geçmişteki bir savaşla karşılaştırmak oldukça düşündürücü ve aslında çok da kabule şayan bir tavır değil. Fakat benzetmeler insanların anlayışı için her zaman faydalıdır. Tarihsel paralellikler asla mükemmel değildir. Ancak bizi, bugünümüzü yeniden gözden geçirmeye davet ederler. Geleceğimiz ne 1930'ları sona erdiren “Sıcak Savaşın” ne de onu takip eden Soğuk Savaş’ın bir tekrarı olmak zorunda.
Brezilya, Hindistan ve diğer bölgesel güçler gibi ülkelerin yükselen gücü ve kabiliyetleri, tarihsel aktörlerin evrim geçirdiğini ve değiştiğini gösteriyor. Ancak içinde bulunduğumuz dönemin de 1930'lar gibi ciddi krizlerle boğuşan karmaşık ve çok kutuplu bir dönem olduğunu kabul etmek, tektonik güçlerin birçok temel ilişkiyi yeniden şekillendirdiğini görmemizi sağlar. Bunu anlamak bize başka bir zamanda felakete yol açan güçleri dizginleme şansı sunar.