Kur'an, ilim ve Atatürk
Fransız yazarlarından Charles Mismer Kur’an-ı Kerim’in nasıl bir ilim ve medeniyet kaynağı olduğundan bahsederek, “Bugüne kadar yeryüzünde görülmüş en parlak, en âlemşümul, en demokratik ve bin yıllık bir medeniyetin başlıca ve yegâne âmili bir Kur’an esası olduktan sonra bugünkü Müslüman cemaatlerinin cehalet sebebi nasıl olurda İslâmiyet’e dayandırılabilir?” der ve ekler:
“-Hristiyanlar âlim olunca Hristiyanlıktan, Müslümanlar da cahil kalınca Müslümanlıktan çıkarlar.”
Mismer haklıdır, “İnanan insanın bilim yapma hakkı yoktur, iman ile ilim bir arada bulunmaz” diyenlere karşı Yüce Allah(c.c.)da, Kur’an’ı Kerîm’inde, “Ancak âlimler Allah’tan korkar” (Fatır/28) buyurur.
Ve yine Allah Zümer suresinin 9’uncu ayetinde der ki:
“- Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu!”
İşte emperyalizm Kur’an’ın bu hikmetinden çok ama çok korktu, korkuyor, kıyamete kadar da korkacak, bizi ondan, onu da bizden kopartmak için içimizdeki, ‘kendilerinden olanları’ kullanmak dahil, her yol ve metodu denemeyi sürdürecek.
Daha iki gün önce hatırlattık... Yıl 1895.
Londra’da Lordlar Kamarası’ndayız. Kürsüde, 5 yıldır Liberal Parti’den siyasete girmiş, 59 yaşındaki David Lloyd George, elinde Kur’ân, bağırıyor:
“- Türkleri bu kitaptan uzaklaştırmadıkça onları tam olarak mağlup edemeyiz. Ne yapıp yapıp ya bu kitabı onlardan koparmalıyız ya onları bu kitaptan uzaklaştırmalıyız.”
1800’lü yıllardan itibaren Kur’ân’ı Türklerden ve biz Türkleri de Kur’ân’dan koparmak için gün yirmi dört saat mesai harcayan İngilizler bizzat ve özel gayretle inşa ettikleri Vahhabilik’le Sünni itikat anlayışına, Babilik ve Bahailik’le de Şii itikada darbe indirmiş, bütün bu darbeler sonrası önce Osmanlı çökmüş, Osmanlı çökünce de İslâm coğrafyası Haçlı saldırılarının hedefi ve mülkü haline gelmiş, oturup masa başında cetvelle yeni ülkeler peyda edebilecek kadar İngiliz emperyalizminin at oynatma sahası olmuştur.
Kim ne ad koyarsa koysun kadim Türk devletlerinin olduğu gibi Osmanlı’nın bir devamı olan genç Türkiye Cumhuriyeti çekildiği coğrafyanın bütün artı ve eksilerinin genlerinde olduğunu bilmiş, bu bilgi ile, bir an önce derlenip toparlanma yoluna girmiş, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk yetişen nesillerin ve devletin rotasını, “İslâm’ın mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzu altına girmesine mani olacağız(...) Buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz!” sözleriyle çizmiştir. Öyle söylemiştir çünkü Atatürk, Türk’ün emperyalist Batı ile hesaplaşmasının bitmediğini, Haçlı-Siyon ittifakının, “En iyi Türk, ölü Türk’tür” zihniyetinden vazgeçmediğini, vazgeçmeyeceğini hep aklında tutmuş, tuttuğu için de, “Milli devlet-Milli ekonomi-Milli ordu” oluşturma fikrinden, ölümüne kadar zerre taviz vermemiştir.
“Başörtüsü” ve daha pek çok şey bahane edilerek bu milletin önüne ateizmi, ‘bilim’ adı altında bilimden başka her şey olan Darwinizmi koyan ve bunu “Laiklik” maskesi altında Atatürk üzerinden yürüten içimizdeki ‘dışımızdakiler’e biz Atatürk’ün, “Allah birdir, şanı büyüktür. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Türk milleti daha dindar olmalıdır. Hz. Muhammed Allah’ın birinci ve en büyük kuludur” sözlerini hatırlatıyor ve yine Atatürk’ümüzün kendisini İslâm’dan uzak göstermek isteyen bu cenahın gerçek yüzlerini teşhir eden şu sözlerini suratlarına çarpıyoruz:
“- Şimdiye kadar dinsiz ve İslâmiyet’e lakayt olmakla itham edildik. Asıl küfür, onların bu yanlış zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların maksadı, İslâm’ın kafirlere esir olmasını istemek değildir de nedir?”