'Kul hakkı'nın selâmı var!
Asıl önemli olan, insanların ellerinde imkân yokken ne söyledikleri değil, imkân ellerine geçtiğinde ne yaptıkları… Çelişkili o kadar çok örnek var ki hayatımızda…
Tek parti döneminin bütün acı ve sıkıntılarını propaganda malzemesi yapıp, ''ezilmişlik''le iktidara yürüyüp, sonra tek parti döneminin birçok uygulamasını, üstelik 21. Yüzyıl''da hayata geçirmek gibi…
Kınadıklarımızla imtihan zor oluyor tabii… Şehrin eteklerine zorlukla tutunmuş gariban kitlelerin desteğiyle vücut bulan siyaset, Hz. Ömer''i, Ömer b. Abdülaziz''i, Ebur Zerr''i bayrak yaptıktan sonra, hâkimiyeti kesinleştiğinde bir anda kınadıklarına benzeyebiliyor… Öncekilerin ayak izine basmayı, kibri, şatafatı, lüksü, abartmayı, ''itibar'', ''güç'' ve ''şeref''in gereği olarak sunabiliyor…
Adaleti sadece kendisi mağdurken arayan, mağrur pozisyona geldikten sonra o adaleti, kendince kutsadığı siyasetin altında ezen fotoğraflar bize hiç de yabancı değil…
***
Daha önce de atıfta bulunmuştum Carl Gustav Jung''un o sözüne: "Sırf hapiste olduğu için hırsızlık yapmayan hırsız, ahlâklı bir kişi değildir…"
Altını bir daha çizelim: Kesin fark, imkânlar ele geçtiğinde ortaya çıkıyor… Çok kötü bir gerçek, toplulukları ve kurumları çürüten, her türlü talana ve adaletsizliğe kılıf uyduran organize grupların, yolsuzlukları ideolojik kâr amacıyla değerlendiren ahmakların veya ferden gözü dönmüş olanların varlığıdır…
Bizim kültürümüzde de ''dağdaki evliya ile şehirdeki evliya'' kıssasıyla vurgu yapılır… Sorumluluk ve yetki yokken, imkânlar sınırlıyken sergilenen insan davranışlarıyla, tam tersi durumda farklılaşan insan davranışları bu kıssada vurgulanır…
Dağda evliyalık kolaydır, asıl olan şehirde kendini korumak ve evliya kalabilmektir!..
Gücü ele geçirdiğinizde başkalarına -bu düşman da olabilir- nasıl davranıyorsunuz? Adil mi? Yoksa ''karşınızdaki düşman bile olsa sizi zulümden men eden'' emre göre mi?
Görevlendirme yaparken, sadakati mi esas alıyorsunuz, liyakati mi? Seçici pozisyondaysanız, en önemli kriteriniz, muhatabın kariyeri, sicili ve emeği mi? Yoksa tek kriteriniz size olan yakınlığı mı? Veya işbirliği yaptıklarınızın ya da korktuklarınızın telkinleri mi?
Maalesef bu zafiyet, bir kişi, grup, parti veya zümreye ait değil… Oldukça yaygın bir hastalık ve hangi yapının içinde yer alıyorsa, o yapıyı içten kemirip kof hale getiriyor…
Yetki kullanan birisi, yetersiz veya lâyık olmayan birisini, sırf ''bizden'' diye seçiyorsa, "Sizden değilim ulan" diye bağırası gelmiyorsa insanın, o insan zaten pek çok değerini kaybetmiş demektir…
O yüzden sık sık kendimizi hesaba çekmeliyiz: ''Kul hakkı''ndan ne anlıyoruz? Biat eden kulların, kurşun asker kulların, akraba kulların, partizan kulların haklarını mı? Yoksa tüm insanların haklarını mı?
İnsan gözü dönünce çok güzel kutsal gerekçeler uydurabiliyor… Geçmişte bunun en çarpıcı örneğini Mehmet Metiner sergilemişti…
Metiner akrabasının atanmasını şöyle savunmuştu: "Akraba olduğu için atanma olmaz ama şunu da söyleyeyim; biz inançlı insanlarız değil mi; cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede ne okunur; ''akrabalarını koru kolla'' der..."
Sunucu itiraz edince de şöyle yüklenmişti: "Vallahi sen Allah''ın ayetine bile karşı geliyorsan ben sana ne diyeyim..."
***
Sorular çalınırken de, sahipsiz dağ gibi gençler mülakatlarda elenirken de ''kul hakkı'' ayaklar altına alınmıştı…
''Kınadıklarımızla imtihan'' böyle çetindi işte!.. Herkes için geçerli: Yetki kendimize geçtiğinde ne yapıyoruz, esas mesele bu… Hakkı olanları değil de akrabalarımızdan, köylülerimizden, komşularımızdan, iş yaptıklarımızdan, şerrinden korktuklarımızdan, siyasî yatırıma yarayacak olanlardan mı seçiyoruz? Yoksa emeği ve kariyeri olanlardan, alın teri dökenlerden, ağzı olup dili olmayanlardan, sahipsiz diye muhatap bulamayanlardan mı?
Ülkede veya çevremizde bu çarpıklığa şahit olduğumuzda, elimizle, dilimizle o da olmazsa kalbimizle mücadele vermiyorsak, bizler de vebalin içinde, kul hakkının ortasında duruyoruz demektir…